PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kendime Ayit Eserler



Serdar Yıldırım
25 Ağustos 2022, 21:34
GEZGİN ŞEHMUZ İLE VEZİR CAMBAZ ALİ

Gezgin Şehmuz daha önce adını hiç duymadığı bir ülkeye gitmiş. Bu ülkenin insanları mert, dürüst ve cengâver kimselermiş. Komşu ülkelerden birisi hariç diğerleriyle iyi geçinirlermiş. O iyi geçinemedikleri ülkenin kralı kendi halkına bile rahat, huzur vermezmiş. Ortada hiçbir sebep yokken sefere çıkılacak diye para toplar, genç-yaşlı demeden herkesi silah altına alır, küçük bir sınır olayını bahane ederek komşu ülkelerden birine saldırıp savaş çıkarırmış. Gezgin Şehmuz’un ziyaret ettiği ülkenin hükümdarı iki ay önce ordusuyla birlikte şımarık krala haddini bildirmek için, sınırı geçmiş. Oğlu on dört yaşında olduğundan ülkenin yönetimini Vezir Cambaz Ali’ye bırakmış.

Gezgin Şehmuz köy, kasaba, şehir demeden ülkenin birçok yerini gezmiş, dolaşmış, yeni insanlarla tanışmış. Anlatmışlar, dinlemiş; anlatmış, dinlemişler. Bir gün akşamüzeri gecelemek için bir han önünde durmuş. Atını ahıra bakan hizmetkâra teslim edip hana çıkmış. Akşam yemeği biraz sonra yenecekmiş. Kendisini sofraya buyur etmişler. Yemekler yendikten sonra, Gezgin Şehmuz ocağın önüne oturmuş, diğer dört yolcuyla sohbet etmeye başlamış. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, han kapısı kuvvetlice çalınmış. Hancı kapıyı açar açmaz içeri on bir tane asker girmiş. Gezgin Şehmuz ve öteki yolculara: “ Bize karşı gelmezseniz, size zarar gelmez. Sesinizi çıkarmayın. Yemek yiyip birkaç saat sonra çekip gideceğiz “ demişler. Orada bulunanların ellerini, ayaklarını bağlayıp, mahzene kapatmışlar.

Yüzbaşı Halil ve askerleri Vezir Cambaz Ali görevli olarak göndermiş. Cambaz Ali, maliye işlerinden sorumluymuş. Hazinede toplanan paralar, altınlar, gümüşler, onun hazine defterine yazılırmış. Gelirler, giderler, harcamalar bu defterde açıkça belirtilirmiş. Vezir olduğu ilk yıllarda maliye işlerini dürüst bir şekilde idare etmiş ve padişahın güvenini kazanmış. Sonraları padişahın güvenini kötüye kullanmaya başlamış, yoksulluk sınırının biraz ötesinde yaşayan halktan alınan vergileri çoğaltarak, bu paralarla akıl almaz harcamalar yapmaya, kendisine evler, araziler satın almaya başlamış. Padişahın iki aydır ülke dışında olmasından yararlanan Cambaz Ali, üst düzeydeki yöneticiliklere kendi adamlarını tayin ederek, bir oldu-bitti ile padişah olmak istiyormuş. Padişahın oğlu Şehzade Veli bir ay önce bu durumun farkına varmış. Bir gece gizlice vezirin odasına girip hazine defterini, padişahın mührünü ve önemli evrakları almış, padişaha durumu haber vermek için, dört adamıyla birlikte saraydan ayrılmış. Sabahleyin hazine defteri, padişahın mührü ve önemli evrakların çalındığını, gece yarısı şehzadenin saraydan ayrıldığını öğrenen Cambaz Ali, Yüzbaşı Halil’i takibe çıkarmış. Yüzbaşı Halil askerlerle birlikte şehzadenin peşine düşmüş. Günlerce şehzadenin izini sürdükten sonra, kestirmeden onların önüne çıkıp, bu hana gelmişler. Şehzade mecburen bu hana uğrayacakmış, çünkü şehirler arasındaki yollarda dinlenme yerleri fazla değilmiş ve araları oldukça uzakmış. Gece yarısına doğru şehzade ve dört adamı han kapısından içeri girer girmez kıskıvrak yakalanmışlar. Hazine defteri, padişahın mührü ve önemli evraklar gelenlerin üstünde bulunamamış. Bu duruma çok sinirlenen Yüzbaşı Halil: “ Ben size onları sakladığınız yeri söyletirim “ diye bağırmış ve askerlere dönerek: “ Bunları mahzene indirip bağlayın. Ben az sonra geliyorum “ diye emir vermiş.

Yüzbaşı Halil mahzende direklere bağlanmış olan şehzade ve adamlarının karşısına geçerek: “ Beyler, şimdi söyleyin bakalım, evraklar nerede? “ diye sormuş.
Şehzade Veli: “ Evraklar padişah babamın, neden sana vereyim? Evrakları aldığın zaman Vezir Cambaz Ali’ye vermeyecek misin sanki? O vezir ki, bu ülkeyi uçuruma sürüklüyor. Halkın parasını kendi çıkarı için kullanıyor. Babam iki aydır seferde olduğundan saraydaki ve ülke içindeki yöneticileri değiştiriyor. Amacı belli: Tahtı ele geçirip, padişah olmak. Böylesine hıyanet içinde bulunan birinin oyuncağı olduğun için utanç duymalısın yüzbaşı. “
Şehzadenin söyledikleri karşısında önce bir adım gerileyen yüzbaşı: “ Yalan bunlar, yalan! Padişahımızı çok severiz ve gönülden bağlıyız. Vezir için söylediklerinin hepsi iftira. Padişahımız kendisine güvenmeseydi sefere giderken ülke yönetimini bırakmazdı. Sense veziri kıskandın. Evrakları çaldın, kaçıyorsun. Tahtı ele geçirmek isteyen sen olmayasın sakın. “ dedikten sonra tekrar sormuş: “ Son defa soruyorum. Evrakları nereye sakladığınızı söyleyin? Yoksa zor kullanmak zorunda kalacağım. “

Yüzbaşı Halil biraz bekledikten sonra, şehzadenin üstüne yürüyerek, yumruğunu vurmak için kaldırmış. İşte, tam bu sırada han görevlileri ve yolcularla birlikte elleri, ayakları bağlı vaziyette oturan Gezgin Şehmuz söze karışmış ve şöyle demiş: “ İnsan yumruğunu sıktığı zaman gerçeği, avucunun içinde parmaklarıyla tuttuğunu sanır. Gerçekleri göremeyen gözler daima yanılırlar. Yüzbaşı!.. Parmaklarını gevşetip yumruğunu açmanı isterim. Avucunun içinde sandığın gerçek kocaman bir hiç. “ Mahzende bulunanlar başlarını Gezgin Şehmuz’un bulunduğu tarafa çevirmişler. Yüzbaşı daha sonra havada asılı kalan yumruğunu açmış, bakmış.

Gezgin Şehmuz: “ Bir ay önce ülkenize geldim. Şehirler, kasabalar, köyler gördüm. Pek çok insanla tanıştım. Vezir Cambaz Ali’nin on kuruşluk bir işi elli kuruşa mal ettiğini söylediler. Şehzadenin söylediklerine katılıyorum. Az önce, padişahımızı çok severiz ve gönülden bağlıyız, dedin. Bu bağlılığı göstermenin zamanı geldi. “

Bunun üzerine yüzbaşı şunları söylemiş: “ Bunlar ne kadar derin ve anlamlı sözler. Etkilenmemek elde değil. Ancak bir bilge bu şekilde konuşabilir. Arkadaş, kimsin sen böyle? “
“ Ben Gezgin Şehmuz’um. “
“ Vay, sen Gezgin Şehmuz musun? Neden daha önce söylemedin? Çözün gezgini. “
Şehzade ve diğer bağlı bulunanlar da serbest bırakılmışlar. Yıllardır maceralarını dinledikleri Gezgin Şehmuz karşılarındaydı. O, daima doğru düşünür, doğru söylerdi. Mutlak tarafsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. Şimdiye kadar gezdiği, dolaştığı birçok ülke halkına büyük yararları dokunmuştu. Herkes, onun öğrettiklerinden payını alıyordu. Daha sonra Gezgin Şehmuz, Şehzade Veli, Yüzbaşı Halil ve askerler atlarına binip padişahı karşılamak üzere güneye doğru yollarına devam etmişler. Padişah ise, ordusuyla birlikte sınırı geçtikten sonra düşman karargahına yaptıkları ani bir baskınla şımarık kral yakalanmış, yerine barış yanlısı bir kral tayin edilmiş. Büyük bir savaş olmadan iki ülke arasında barış antlaşması imzalanmış.

Dönüş yolunda padişahı, Gezgin Şehmuz, Şehzade Veli, Yüzbaşı Halil ve askerler karşılamış. Şehzade, padişaha, Gezgin Şehmuz’u tanıştırdıktan sonra olanları anlatmış. Buna çok sinirlenen padişah ordusuyla birlikte ileri yürüyüşe geçmiş. Planlarının bozulduğunu öğrenen Cambaz Ali, devlet hazinesinde altın-gümüş değerli ne varsa bir arabaya yükleyip saraydan kaçmış. Komşu bir ülkeye sığınmak için batıya doğru giderken, yolda kendisini tanıyan köylüler tarafından yakalanmış. Padişaha teslim edilmiş. Şehzadeden şüphelendiği ve hata yaptığı için onuru kırılan Yüzbaşı Halil’in istifası kabul edilmiş. Gezgin Şehmuz, sarayda iki ay misafir kalmış. Padişah, şehzade ve diğer yöneticilerle en iyi devlet yönetiminin halk yararına olan birçok sorunun çözümlenmesiyle gerçekleşeceği konusunda fikir birliğine vardıktan sonra, yeni ülkeler görmek, yeni insanlarla tanışmak üzere atına binip yollara düşmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
04 Eylül 2022, 00:09
İNSAN YİYEN BİTKİ
Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirecekti.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.
Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar? İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışarıdan belli olmuyor ama içerisi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.
Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “
İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
15 Eylül 2022, 19:49
KARAGÖZ İLE HACİVAT: MANGAL SEFASI
Hacivat: " Karagözüm, sucuk aldım. Gel mangal sefası yapalım. "
Karagöz: " Birer kangal alalım ama benim bahçe küçük, kangala dar gelir. "
Hacivat: " Kangal demedim Karagözüm, mangal dedim. Mangalda sucuk pişirelim. "
Karagöz: " Kangalla çocuk bir arada olmaz. Yaşar'ı kangal ısırır. "
Hacivat: " Canım, ne Yaşar'ı, ne kangalı, sucuk dedim, mangal dedim. "
Karagöz: " He öyle söylesene, sucuğu mandalla tavana asarsın. "
Hacivat: " O neden? Neden sucuğu tavana asıyorsun? "
Karagöz: " Kurusun diye. Kuru sucuğun tadı farklı olur. "
Hacivat: " Tamam Karagözüm, sucuğu kuruttum, mangalı bahçeye oturttum. "
Karagöz: " Ben senin bahçeye gelmem, Hacivat. "
Hacivat: " Gelmezsen gelme. Ben de kendime ziyafet çekerim. "
Uzaklaşıp giden Hacivat'ın arkasından Karagöz söylenir:
" Seni gidi beni bilmez. Kangalı kesmiş, sucuk yapmış, mangalda pişirecekmiş. Bende o sucuğu yiyecek göz var mı?

------------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: BUZAĞI
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşırlar. Karşılıklı selamlaşmadan sonra iş arayan Karagöz'ün moralinin bozuk olduğunu gören Hacivat, ona derdini unutturmak için, bilmece sormaya karar verir: " Karagözüm, sana bir bilmece sorayım da cevabını ver. Öküz altında ne arıyor derler?
Karagöz: " Tavşan arıyor derler. "
Hacivat: " Olmaz, tavşanın öküzle ilgisi yok. "
Karagöz: " Tilki arıyor derler. "
Hacivat: " Tilkinin öküzle hiç ilgisi yok. "
Karagöz: " Kurt arıyor derler. "
Hacivat: " Kurt öküz altında aranmaz. Öküz bunu babası, inek bunun annesi. "
Karagöz: " Koyun bunun amcası, keçi bunun dayısı. "
Hacivat: " Hani o şey büyür dana olur, tosun olur. "
Karagöz: " Dana olur, tosun olur. "
Hacivat: " Tamam, dana dedin, dananın küçüğü. "
Karagöz: " Küçük dana . "
Hacivat: " Hah, küçük danaya ne derler? "
Karagöz: " Dana küçük. "
Hacivat: " Karagözüm, galiba bilemeyeceksin. "
Karagöz: " Ben bilemezsem sen bil. "
Hacivat: " Buzağı arıyor derler. "
Karagöz: " Hı? "
Hacivat: " Öküz altında buzağı arıyor derler. "
Karagöz: " Ben onun öyle olduğunu biliyordum ama aklıma gelmedi. Sorunun cevabı buzağı. Bildim mi? "
Hacivat: " Bildin Karagözüm, bildin. "
Karagöz: " Bilemesem şaşardım. Bu soru kolaydı. Zor sorsan onları da bilirim. "
Karagöz' ün güldüğünü, neşelendiğini gören Hacivat sevinir. Karagöz'ü de sevindirmek ister ve ona pazar yerinde hamallık bulur. Günün geri kalan kısmında sandıkla portakal, limon taşıyan Karagöz akşamüstü kazandığı iki akçeyle evinin yolunu tutar.

-----------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: TURŞU
Hacivat: " Hanım turşu kurduydu. Turşular bir olmuş. "
Karagöz: " Hanım tarla kurduydu. Kuş mu olmuş? "
Hacivat: " Canım Karagözüm. Ne kurdu, ne kuşu? "
Karagöz: " Kurt Bozkurt, kuş Zümrüdü Anka Kuşu. "
Hacivat: " Hanım turşu kurduydu. Turşular olmuş dedim. "
Karagöz: " Hani masalda Bozkurtlar Zümrüdü Anka Kuşu'nu tepelemiş. "
Hacivat: " Eee. "
Karagöz: " Ben de seni tepelerim. "
Karagöz Hacivat'ın üstüne yürür.
Hacivat: " Dur Karagözüm, ben ne yaptım? "
Karagöz: " Daha ne yapacaksın? Tepeme çık öt bari. "
Hacivat: " Tepene çıkıp öteyim mi? Ne gibi ötmemi istersin? "
Karagöz: " İster horoz gibi öt, ister bülbül gibi öt. "
Hacivat: " Eşek gibi öteyim mi? "
Karagöz: " Eşek ötmez anırır. İstersen anırabilirsin. "
Hacivat: " Ben anıramam ama sen iyi anırırsın. "
Hacivat tarafından eşek yerine konmak Karagöz'ü çileden çıkarır. Hacivat'ın üstüne hamle yapar. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz Hacivat'ı evinin önüne kadar kovalar. Hacivat evine girer ve kapıyı sürgüler. Kapının önünde bağırıp çağıran Karagöz'e pencereye çıkan Hacivat'ın hanımı söylenir:
" Aaa yeter be! Git kendi evinin önünde bağır. "
Hacivat'ın hanımının sözleri karşısında Karagöz sessizce oradan uzaklaşır. On gün ne Hacivat'ı arar ne de onun evinin önünden geçer. İki ayrılmaz dost sonradan barışırlar.

--------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: LEYLEK ETİ
Hacivat: " Karagözüm, ziyafet var. "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Ziyafet var, ziyafet. Al hanımı, Yaşar'ı. Bu akşam bize gelin. Levrek aldım, pişirip yeriz. "
Karagöz: " Bu akşam size gelemeyiz, leylek eti yiyemeyiz. "
Hacivat: " Leylek demedim Karagözüm, levrek dedim. Levrek balığı. "
Karagöz: " Bırak ya Hacivat, ne zamandan beri leylekler balık oldu. "
Hacivat: " Leylekler balık olmaz, tıpkı benim Karagöz olamadığım gibi. "
Karagöz: " Keşke Karagöz olsan, bana benzesen Hacivat. "
Hacivat: " Aman, hayatta isteyeceğim en son şey sana benzemek. Ben bu halimden memnunum.
Karagöz: " Tamam, bana benzeme. Git Halim'le Memduh'a benze. "
Hacivat: " Sen ne diyorsun Karagözüm? Halim'le Memduh da kim? "
Karagöz: " Sizin mahalleden yeni taşınmışlar. Bizim mahalleye geldiler. "
Hacivat: " Eee sonra? "
Karagöz: " Bizim mahalleyi beğenmediler. Sizin mahalleye geri dönecekler. "
Hacivat: " O neden? "
Karagöz: " Çünkü onları dövdüm. Alaycı konuşmaya devam edersen seni de döverim. "
Hacivat: " Sustum Karagözüm, yeter ki beni dövme. "
Karagöz: " Leylek eti falan da yemem. "
Hacivat: " Yeme Karagözüm, leylek eti yeme.


Yazan: Serdar Yıldırım

MEGAbond
16 Eylül 2022, 02:17
daha devami varsa,,paylasirsan iyi olur arkadasim?

bu güzel paylasim icin tekrardan tskler.ok78rcp

Serdar Yıldırım
22 Eylül 2022, 20:16
Selamlar. Benim yazdığım 42 tane Karagöz ile Hacivat konuşmaları pek çok site ve forumda okunmaktadır. Bunları ders kitaplarına ve yardımcı ders kitaplarına alıyorlar. Kısa zamanda hepsini paylaşmak istiyorum. Sağlıklı ve mutlu günler dilerim.



KARAGÖZ İLE HACİVAT: MİRAS
Karagöz’e Mısır’daki amcasından bir sandık altın miras kalır. Bunun üzerine Karagöz yakın arkadaşı Hacivat ile beraber bir ticaret gemisine binip Mısır’a giderler. Miras işlemlerini hallettikten sonra yine bir ticaret gemisine binip geri dönerler. Ama Marmara Denizi’nde kürekçilerin isyanı sırasında su alan gemiden yolcular kayıklara binerek kurtulurlar.
Karagöz ile Hacivat altın dolu sandıkla Mudanya kıyılarına, bindikleri kayıkla ulaşırlar ama sahilde konuşmaya daldıklarından iskeleye iyi bağlamadıkları kayık dalgalara kapılır ve gözden kaybolur. Daha sonra bir at arabasına binerler ve Bursa’daki evlerine dönerler. Bırak bir sandık altını ceplerindeki para da bitmiştir. İş bulup çalışarak para kazanmaları gereklidir ama nasıl bir iş? Onlar aralarında bu konuyu konuşurken tatlı bir sohbete dalarlar. Giderek sohbet koyulaşır, şakalaşmalar artar.
Karagöz: “ Sence nasıl bir iş tutayım Hacivat. Ama tutacağım iş de az emek harcayıp çok para kazanayım. “
Hacivat: “ Öyle iş olmaz Karagözüm. Ne demek az emek çok yemek. Az emek az yemek. “
Karagöz: “ Sen de amma yaptın be Hacıcavcav. Bana az yemek vere vere açlığa mı alıştıracaksın. Biraz insaflı olsan da tabağımı dolmayla doldursan. Pek severim dolmanın yanına köfteyi, ondan sonra pilavı ve şamtatlıyı. “
Hacivat: “ Bu kadar yeter mi Karagözüm? İstersen nohuttan, musakkadan, makarnadan ve cacıktan da alsan.”
Karagöz: “ Onları sen ye Hacıcavcav. Benim istediklerimden ikişer porsiyon olsaydı, o yemeklerden birazı sabaha kalsaydı, ne güzel olurdu. “
Hacivat: “ Tamam Karagözüm, bu istediklerin olur olmasına da, çok çalışırsan, çok kazanırsan, bu yemeklerden yersin. “
Karagöz: “ Ahh. Ah. Keşke kayığı iyi bağlasaydık ve altınlar kaybolmasaydı. Altınları bozdurur bozdurur harcar, yer içerdik. Keyifli bir hayat sürerdik. "

Yazan: Serdar Yıldırım

5. Sınıf Türkçe Kitabı
Üç Renk Yayınevi
Soru Bankası
Yayın Yılı: 2015
Sayfa: 168

-------------------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HACİVAT’IN ATI
Hacivat’ın son zamanlarda işleri iyi gider. Çok para kazanır. Bu birikimi değerlendirmek için, bir yarış atı satın alır. Girdiği her yarışı kazanan meşhur bir at: Küheylan. Olayı duyan Karagöz, Hacivat’ın evine gidip kapıyı çalar. Hacivat pencereye çıkar ve sorar: “ Buyur Karagöz’üm, bir şey mi istemiştin?
Karagöz: “ Evet Hacivat, bir şey istemiştim. Duyduğuma göre, Küheylan’ı satın almışsın. Onu bana satar mısın? “
Hacivat: ” Neden olmasın Karagöz’üm. İyi bir fiyat verirsen satarım. De bakalım, ne veriyorsun? “
Karagöz: “ Hı?..”
Hacivat: “ Yani kaç para verirsin? Küheylan’ı kaça alırsın? “
Karagöz: “ On altın veririm. Sattın mı? “
Hacivat: “ Dur bakalım, Karagöz’üm. Hemen sattın mı olur mu? Bir pazarlık yapalım, değil mi? “
Karagöz: “ Nazarlık taktırırım, Küheylan’a. Anlaştık o zaman. “
Hacivat: “ Yapma Karagöz’üm. Alışverişi oldubittiye getirme. On altına Küheylan mı satılırmış? Çık biraz, çık çık. “
Hacivat’ın ne dediğini tam olarak anlayamayan Karagöz evin merdivenlerini çıkmaya başlar. Sonunda, burnu kapıya dayanır.
Hacivat: “ Çık Karagöz’üm, çık çık. “
Karagöz: “ Kapıya kadar çıktım. Daha fazla çıkamıyorum. “
Hacivat: “ Ben sana merdivenleri çık demedim. Fiyatta çık, yani on altın dedin ya onu arttır, yirmi de, otuz de. “
Karagöz: “ Yirmi, otuz. “
Hacivat: “ Çık, çık. “
Karagöz: “ Elli, altmış. “
Hacivat: “ Çık, çık. “
Hacivat’ın çok para istemesine kızan Karagöz bağırır: “ Çık çıkı, çık çık. Sanki zil takıp oynuyorsun. Bre Hacivat, sen ne istiyorsun bu ata, onu söyle bakalım. “
Hacivat: “ Bak Karagöz’üm, ben atı yüz altına aldım. Üstüne kar da koy. Yüzü geç, yüzü geç.”
Karagöz: “ Yüzgeç balıklarda olur, alık. “
Hacivat: “ Hemen sinirlenme Karagöz’üm. Şunun şurasında ne güzel pazarlık yapıyoruz. Bak Karagöz’üm, Küheylan’ı sana veririm ama yüz yirmi altınını alırım. Bir kuruş aşağı olmaz. “
Hacivat’ın konuşmasına içerleyen ve Küheylan’ı alamadığına üzülen Karagöz, Hacivat’a küser. Bir hafta ne Hacivat’ın evinin önünden geçer, ne de onunla konuşur. Daha sonra iki eski dost tekrar barışırlar.

Yazan: Serdar Yıldırım

4. Sınıf Ata Tatilde
Ata Yayıncılık
Sayfa: 14-15
--------------------------
4. Sınıf Tüm Dersler
Gezegen Yayıncılık
Soru Gezegeni
Yayın Yılı: 2019
Sayfa: 39

----------------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: İBİŞ’LE DOMUZ AVI
Karagöz ile Hacivat, yanlarına İbiş’i de alıp, Uludağ’a domuz avına çıkarlar. Önceleri ellerde ok ve yay, kaşlar çatılmış, bakışlar keskin ormanda domuz ararken, sonraları yorgunlukla birlikte ok yaydan, kaş kaştan, bakışlar keskinlikten sıyrılır. Sıkıntıyı azaltmak için Karagöz’ün anlatmaya başladığı av hikâyeleri başına bela olur, çünkü anlattığının bir numara büyüğünü İbiş’ten duymak, Karagöz’ün giderek sinirlenmesine neden olur. Karagöz, İbiş’i uçurumdan aşağı atmakla tehdit eder.
İbiş: “ Tamam, beyabi. Kızma bana. Ben de bundan sonra konuşursam iki olsun. Şimdi rahat rahat istediğini anlat. “
Karagöz: “ Bre İbiş, sussana artık. Bir daha sana av yok. Hacivat, İbiş’i ava giderken yanımıza alalım demek yok artık. Bu son. “
Hacivat: “ Merak etme Karagözüm. Sen kalbini serin tut. Hiçbir ava İbiş’i götürmeyiz. “
Daha sonra Karagöz ile Hacivat ve İbiş domuz aramaya devam ederler, fakat ortalıkta hiç domuz yoktur.
Hacivat: “ Sabahtan beri arıyoruz, bir domuz göremedik. Hayatımda böyle bir şey ne gördüm, ne de duydum. “
Karagöz: “ Göremeyiz tabi, bu İbiş yanımızdayken. Bunun sesini duyan domuz karşı dağa kaçıyor. İki ok atmış, üç domuz vurmuş. Anlatsana o hikâyeyi bir daha. “
Hacivat: “ Aman Karagözüm, sinirlenme. İbiş o hikâyeyi anlattı, geçti. Ben inanmadım. Senin anlattığın hikâyeler daha bir inandırıcı oluyor. “
Karagöz: “ Doğru, çünkü ben olmuş olayları anlatıyorum. Yıllar önce gençken köyden arkadaşlarla domuz avına gittiydik. On kişiyiz. Ormanda büyük bir domuz sürüsünü tuzağa düşürdük. Etrafını kuşattık. Baktı domuzlar kaçış yok, birer birer yanıma geldiler. Ben de çaldım bıçağı boyunlarına, yirmiden sonrasını sayamadımdı. “
Hacivat: “ Hah hah ha.. İlahi Karagözüm. Sen de değme avcılara taş çıkartırsın. Avcılıkta, atıcılıkta benden ileridesin. “
İbiş: “ Benim de yıllar öncesinden bir domuz avı hikâyem vardı, ama beyabi kızar diye anlatamıyorum. “
Hacivat: “ Yeni bir domuz hikâyesi ha. Ama anlatma. Karagöz’ü kızdırmayalım. Keşke demeseydin. Merakta bıraktın beni, İbiş. “
Karagöz: “ Ben de meraklandım. Bana bak İbiş, destekli atarsan kızmam ama desteksiz atarsan, seni uçurumdan atarım, bilmiş ol. “
İbiş: “ Tamam beyabi ve Hacıabi. Atışlar destekli olacak. “ İbiş, konuşmasına devam eder ve ben sekiz yaşındayken der. Karagöz’ün ayağa kalktığını gören İbiş ağız değiştirir. “ Yani on sekiz yaşındayken demek istedim. “
Bunun üzerine Karagöz: “ Hah öyle söyle. Beni kızdırma. Şimdi devam et. “
İbiş: “ Manda kadar bir domuz bizim tarlalara dadandıydı. Tarlada mısır, bağda üzüm bırakmadıydı. Ye babam ye. Baktık yedikçe doymaz bu domuz, yakında ağaçları da yer. Babam, dedem, amcam, yeğenlerim ve ben tarlada, bağda nöbete durduk. Ben bağda bekliyorum. Bir gün öğle vakti domuz bağa girdi. Zönk zönk deyip yürüyüp geliyor. Yakaladım domuzu suratına iki tokat, başladı domuz ağlamaya. Bir yandan da,” Abi, ben sana ne yaptım? Neden vuruyorsun?” diye vızırdıyor. Ben de bağırdım. Bak şu bağdaki üzümleri ben mi yedim. Başkasının üzümünü nasıl habersiz yersin. Ben böyle bağırdım ama domuz ne dese beğenirsiniz. Ne yapayım, açım, abi. Yemeseydim de açlıktan ölse miydim? O gün domuzu bıraktım. Bir daha onu oralarda gören olmadı. Çok uzaklara gitmiş olmalı. “
Karagöz: “ Bre densiz, yine desteksiz attın. Ben seni uçurumdan atayım da gör “ diyen Karagöz, İbiş’in üstüne yürür. Bunun üzerine İbiş kaçar, gider. Daha sonra Karagöz ile Hacivat başka olay olmadan evlerine dönerler.

----------------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HIRSIZ
Bir gece Karagöz’ün evine hırsız girer. Karagöz sabahleyin uyanınca bakar ki, ev tam takır kuru bakır. Hırsız utanmamış ve sokak kapısını söküp götürmüştür. Karagöz olayı zaptiyeye, hanımı da komşulara haber verir. Komşular, evin önünde toplanır ve az sonra iki zaptiye gelir. Karagöz’ün oğlu Yaşar, annesine sarılmış, ağlamaktadır. Küçük Yaşar’ın birkaç parça oyuncağını götüren hırsız acaba onları ne yapacaktır?
Karagöz’ün evinin soyulduğunu duyan kadim dostu Hacivat, eve gelir ve evde inceleme yapmaya başlar. İki zaptiye olayı soruşturur ve hırsızı yakalayacaklarını söyleyip gider. Zaptiyeler gidince, komşular dağılır. Karagöz ailesinin yanında Hacivat kalır ve Karagöz’ü sorguya çekmeye başlar.
Hacivat: “ Canım Karagöz’üm, hırsız gelmiş, dolapları, masaları götürmüş. Kapıyı sökmüş. Hiç mi gürültü, tıkırtı duymadın? “ diye sorar.
Karagöz: “ Bu ne biçim soru, Hacivat. Gürültü, tıkırtı duysam kalkıp da hırsızın ümüğüne basmaz mıyım? “
Hacivat: “ Her neyse, olan olmuş, biten bitmiş, eşyalar gitmiş. Şimdi bir oyun etmeli de, şu hırsızı yakalamalı. Hah buldum!. Karagözüm, siz bir yandan, ben bir yandan komşuların arasına dalalım, onları senin evde bir kese altın olduğuna inandıralım. Bu durum kulaktan kulağa yayılır ve hırsızın kulağına giderse, hırsız mutlaka senin eve damlar. “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun, Hacivat? Bende bir kese altın yok ki? “
Hacivat: “ Olduğunu farz et. Hırsızı yakalamak için, bu bir yem. Oltanın ucuna yem takarsan balık yakalarsın. Balık yeme gelir de, hırsız altına gelmez mi? Siz benim dediğimi yapın gerisine karışmayın. “
Karagöz: “ Tamam, Hacivat. Senin bu tür işlere aklın erer. Bende bir kese altın olduğunu yayarız. Haydi, hanım, Yaşar, kalkın gidiyoruz. “
Karagöz’ün evinde bir kese altın olduğunu akşama kadar duymayan kalmamıştı. Eski kulağı kesiklerden olan Celal, gece yarısına kadar evin içinde dört döndü. Daha sonra evinden çıkıp, karanlık sokaklardan süzülerek geçti ve bir hayalet sessizliğinde Karagöz’ün kapısız evinden içeri girdi. Evdekilere elindeki şişenin içindekini koklatıp altınlara konardı. Şişeyi koklattığı kazazede top atsan uyanmazdı, fakat bu defa durum bambaşkaydı. Evdekiler uyanıktılar ve onu bekliyorlardı. Celal yatak odasına girince Karagöz ile Hacivat tarafından yakalandı ve bir iple sıkıca bağlandı. Ertesi gün zaptiyeler tarafından sıkı bir dayaktan geçirilerek zindana atıldı.
Karagöz’ün eşyaları hırsızın evinde bulundu. Kader, son günlerde işsiz olan, Hacivat’ın bulduğu işlerde çalışarak, kışın da turşu satarak geçimini sağlayan Karagöz’ün alnının teriyle çalışarak kazandığı eşyaları kaybedip buldurarak, onu sevindirmişti.

---------------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT : OĞULLARI
Karagöz’ün oğlu Yaşar ile Hacivat’ın oğlu Sivrikoz arasında, babaları kadar olmasa bile, hatırı sayılır bir rekabet vardı. Yaşar, Sivrikoz’un elinde yeni alınmış bir oyuncak görmesin, ne yapar eder, Karagöz’e oyuncağın aynısını aldırırdı. Hani ya Sivrikoz’un Yaşar’dan aşağı kalır yanı mı vardı? Sivrikoz, Yaşar’ın elinde ne görürse isterdi. Oğlunun gözlerinde yaş, kalbinde acı görmek istemeyen Hacivat ikiletmeden oğlu ne istiyorsa alırdı.
Böylece aradan yıllar geçti. İkisi de birer yiğit olan gençler düğün güreşlerine katılmaya başladılar. Güreşlere katılanlar birer havlu, rakiplerini yenip baş olan güreşçi ise, kınalı bir koç kazanıyordu. İlk katıldıkları güreşlerde birinci, ikinci turlarda elenen Yaşar ile Sivrikoz, tecrübeleri arttıkça güreşlere ağırlıklarını koymaya başladılar. Nihayet, bir düğünde finale kalma başarısını gösterdiler. Bunun üzerine Karagöz, Hacivat’ın yanına gider ve oğlunun güreşlerden çekilmesini ister.
Hacivat: “ Hiç öyle şey olur mu Karagözüm? Oğullarımız bileklerinin hakkıyla finale adlarını yazdırdılar. Çıkarlar meydana aslanlar gibi güreşirler. Kim güçlüyse galip gelir ve şampiyon olur. “
Karagöz: “ Benim oğlum şampiyon olur, çünkü senin oğlundan daha iri. “
Hacivat: “ İrilikle şampiyon olunmaz ki, güreşte kuvvetli olan, atak olan ve nefesini iyi ayarlayan rakibine üstünlük sağlar. Bütün bunlar benim oğlumda var. “
Karagöz: “ Günah benden gitti. Rezil olmayasınız diye geldim. Benimki, senin oğlunu hamur gibi yoğuracak ve koçu kazanacak. “
Hacivat: “ Bak Karagözüm, koçu benim oğlum kazanır. Bundan korktuğun için, oğlun güreşten çekilsin diyorsun. “
Karagöz: “ Ben kimseden korkmam. Hata bende, kırk yılda bir şey istedim, onu da yapmadın. “
Hacivat: “ Ama canım efendim, borç para istemiyorsun ki, dediğini yapayım. Oğluma güreşten çekil, hükmen yenik sayıl diye nasıl söylerim. “
Karagöz: “ Söyleyemezsin tabi, çünkü korkaksın. Yarın senin evin karşısında koçu şişe takıp kızartacağım. Sakın gelme bir parça et için. Yağma yok “ diyen Karagöz arkasını dönüp uzaklaşmaya başlar. Hacivat’ın seslenmesiyle durup dönen Karagöz’e, Hacivat şöyle der:
“ Yarın koç benim bahçede kızaracak. Toplanın gelin, kurban bayramı haricinde et yüzü mü görüyorsunuz? “
Ertesi gün yapılan güreşi Hacivat’ın oğlu Sivrikoz kazanır. Karagöz buna itiraz eder ve Sivrikoz’un daha önce açık düştüğünü ve güreşi oğlu Yaşar’ın kazandığını söyler. Bunun üzerine hakem heyeti toplanır ve karar değişikliği yaparak, Yaşar’ı şampiyon ilan eder. Bu duruma da Hacivat itiraz eder. Hakem heyeti görevsizlik kararı alıp topluca Bursa Kadısı’na gider. Bursa Kadısı, iki tarafı ve hakem heyetini dinledikten sonra müsabakayı berabere ilan eder. Kınalı koç kurallara uygun olarak kesildikten sonra, yarısı Sivrikoz’a, yarısı Yaşar’a verilir. Böylelikle olay tatlıya bağlanır.

-----------------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: İDAM FERMANI
Günlerden bir gün, Karagöz, Bursa sokaklarında turşu satarken, yanına bir adam yaklaşır:
" Ben beni arıyorum ama bulamıyorum. Sen beni buldun mu? " diye sorar. Adamın ne dediğini anlamayan Karagöz sadece " hı " der. Bunun üzerine adam tekrar sorar:
" Ben kendimi arıyorum ama yokum. Yoksam yokum ve ben yoktan çıkıp, kendimi bulup kendimle kucaklaşmak istiyorum. "
Karagöz: " Bre adam, kendinle nasıl kucaklaşacaksın ki? İnsan ancak bir başkasıyla kucaklaşabilir.
Adam: " İnsanlar çift yaratılmıştır derler. Böyle bir şey doğruysa eğer, işte ben bu çiftimi, benzerimi arıyorum. Tıpkısının aynısı ben bu adamı sen tanıyor musun? Görmüşlüğün var mı? "
Karagöz: " Görmüşlüğüm var. Onunla konuştum bile. "
Adam: " Gördün mü? Konuştun mu? Nerede gördün, konuştun, çabuk söyle? "
Karagöz: " Az önce görmeye, konuşmaya başladım. Şimdi de onu görüyorum, konuşuyorum. O sensin ya. "
Karagöz ile konuşan, onu ara sokaklara çeken, Hacivat'tır. Ulucami'nin yapım işinde çalışan Karagöz ile Hacivat sık sık tartışarak caminin yapımını geciktirince, padişah Orhan Gazi bunun nedenini mimardan öğrenir ve Karagöz ile Hacivat hakkında idam fermanı çıkarır. Ertesi gün tebdil kıyafet camiye gelen Orhan Gazi, Karagöz ile Hacivat'ın tartışmalarını izler ve gülümsemekten kendini alamaz. Saraya dönünce, verdiği ölüm kararı için pişman olur. Padişah, fedailerinden birini, Hacivat'a gönderir. Fedai, Hacivat'a, tanınmaması için ne lazımsa yapıp, Karagöz'ü de yanına alıp, Bursa'dan gitmelerini ve kurtulmalarını söyler.
Hacivat evine gider ve sakallarını keser, sadece bıyıkları kalır. Yıllardır giymediği elbiselerini giyer, Karagöz'ü arar. Hacivat'ın Karagöz'ün yanına gidince sesini değiştirerek konuşmasının sebebi; Karagöz'ün şaşırmasını sağlayarak daha ne olduğunu anlamadan, onu Bursa'dan uzaklaştırmaktır. Hacivat olanları Karagöz'e küt diye anlatsa, padişahın idam fermanına karşı gelmek istemeyecek Karagöz, kendini celladın önüne atacaktır.
Hacivat Karagöz'ü Bursa dışına çıkarınca normal sesiyle konuşmaya başlar, Hacivat olduğunu söyler ve olanları anlatır. Karagöz Hacivat'ı yıllardır sakallı gördüğü için, sakalsız haline güler ve Hacivat'la alay eder. Hacivat'ın tanınmamak için sen de sakalını kesmelisin demesi üzerine Karagöz: " Sen ne diyorsun Hacivat? Ben hayatta sakalımı kesmem. " der.
Bunun üzerine Hacivat: " Sakalını kesmezsin ama tanınır da yakalanırsan ne olacak? İnsanın hayattaki en önemli amacı, hayatını devam ettirebilmesi olmalı. Geride kalacak karını, çocuğunu düşün. Onlar sensiz ne yapar, ne yer, ne içerler? " der.
" O da doğru ya. "
" Gel bakalım, şu dere boyunda tıraşını ol. Erkek adama bıyık da yakışır. "
Tıraştan sonra Hacivat, Karagöz ile birlikte, yakındaki bir çiftlikten iki at satın alırlar ve atlarına binip hep batıya doğru yol alarak, Balıkesir taraflarına giderler. Birkaç yer dolaştıktan sonra, bir köyde iş bularak, tarlada ırgat olarak çalışmaya başlarlar.

İki ay içinde çalışkanlıkları ve doğrulukları sayesinde köydekilerle sağlam dostluklar kuran Karagöz ile Hacivat, bu arada kendilerine birer ev yaparlar. Köylülerin yardımıyla ailelerini buraya getirtirler ve uzun yıllar boyunca sakin bir hayat yaşarlar.
Bu arada Karagöz ile Hacivat'ın idam edildikleri söylentisinin çıkması üzerine arkadaşları Şeyh Küşteri çok üzülür ve perde gerisinde Karagöz ile Hacivat oyunu oynatmaya başlar. Oyun, Bursa halkı tarafından çok beğenilir ve zamanla Anadolu'ya yayılır. O köyde ve civar köy ve kasabalarda pek çok defa kimliklerini belli etmeden oyunları seyreden iki dost çok önemli bir ayrıntı hariç, oyunları beğenirler.
Karagöz'ün hemen her oyunda Hacivat'a vurup, O'nu dövmesi...
Bu durumun açıklamasını Karagöz şöyle yapar: " Ben Hacivat'a neden vurayım? O tam bir beyefendi. Bana her zaman yardımcı oldu. İşsiz, parasız kaldığım durumlarda bana iş buldu. Bu durum beni üzüyor. "
Hacivat ise: " Yok efendim, yok. Dayak, vurma falan yok. Bu oyunu oynatanlar, ilgiyi üst düzeyde tutabilmek için, Karagöz'e beni dövdürtüyorlar. Gerçekte, Karagöz bana bir fiske vurmamıştır. Oyun oynanırken, Karagöz bana vurduğunda seyredenler gülmeseler, zamanla bu kötü hareketin oyun harici kalacağına inanıyorum.

-------------------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: PINARBAŞI MEYDANI
Bursa’daki Pınarbaşı Meydanı’nda takriben yirmi kişilik bir kalabalık toplanmış ve neşeli vakit geçirmekteydi, çünkü orta yerde tartışanlar, gelmiş, geçmiş en iyi güldürü ustalarından ikisiydi: Karagöz ile Hacivat. Dilerseniz şimdi biz de hoşça vakit geçirmek için, tartışmaya küpe olalım ve küpeyi parmağımıza takalım.
Hacivat: “ Olur mu Karagözüm, hiç küpe parmağa takılır mı? “
Karagöz: “ Ya nereye takılır? “
Hacivat: “ Küpe kulağa takılır. Kulağına küpe takan hanımlar, daha bir güzel görünürler. Hanım hanımcık olurlar. “
Karagöz: “ Hamam açıksa bizim hanıma söyleyeyim de, Yaşar’ı da götürsün. Hamamda bir güzel yıkansınlar. “
Hacivat: “ Ah Karagözüm, Yaşar hiç kadınlar hamamına gider miymiş? Büyüdü, kocaman adam oldu. “
Karagöz: “ Kocaman adam mı? Yaşarcık daha altısını sürüyor. “
Hacivat: “ Olsun Karagözüm. Altı yaşında oğlan çocuğu kadınlar hamamına götürülmez, çünkü kadınlar ondan korkarlar. “
Karagöz: “ Amma yaptın ha Hacivat. Yıllar önce annem beni on beş yaşındayken kadınlar hamamına götürmüştü de yalnız yıkanmıştım. "
Hacivat: “ Yapma ya, iyi ki hamamda kadın yokmuş. “
Karagöz: “ Aslında hamamda yıkanan kadınlar vardı ama ben göbek taşına doğru yürüyünce hamam boşalıverdi. Benden neden kaçtılar, anlayamadım.”
Hacivat: “ Paçalı uzun donunla mı girmiştin hamama. “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun Hacivat? Hamamda donla yıkanılmaz ki. “
Pınarbaşı Meydanı’ndaki kalabalık kahkahaların çağırdıklarıyla birlikte kırk kişi olmuştu. Yirmi kişide kırk ayak vardı da, kırk kişide kaç ayak vardı?
Karagöz: “ Bak Hacivat, okumam, yazmam yoktur ama hesabım kuvvetlidir. Kırk kişide altmış ayak vardır. Altmış ayakta dört yüz parmak vardır. “
Hacivat: “ Olur mu Karagözüm. Kırk kişide ikişerden seksen ayak vardır. Seksen ayakta beşerden dört yüz parmak olur. “
Karagöz: “ Tamam işte, ben de dört yüz parmak demiştim. “
Gülmekten gözleri yaşaran, karınlarını tutarak gülen ve yerlerde debelenenler haricindeki çoğulcu kalabalıktan bir alkış tufanı koptu. Hacivat’ın, ama sen altmış ayakta dört yüz parmak demiştin, Karagözüm, dediğini benden başka kimse duymadı.
İnsanlar, doğar, büyür ve olgunlaşırlar. Olgunlaşma geçici değil, kalıcıdır. Olgunlaşma yeni olgunlaşmaları beraberinde getirir. Bu böyle sürüp gider. İnsan olgun bir meyvedir, dersek yanlış olmaz.
Karagöz: “ Olur mu öyle şey, Hacivat? Şimdi ben meyve mi oldum? Elma, armut gibi mi yani? “
Hacivat: “ Hayır, erik gibi. “
Karagöz: “ Demek beni erik yaptın? Şimdi görürsün. Sen de olsan olsan şu ekşi limon olursun. Üç, iki değil, bir işe yaramayan limon. “
Hacivat: “ Doğru Karagözüm. Limon bir işe yaramaz, çok işe yarar. Hani limonu ortadan kesersin, çaya, çorbaya sıkarsın. Tadı leziz olur. “
Karagöz: “ Adı keriz mi olur? “
Hacivat: “ Hayır Karagözüm. Adı keriz değil, tadı leziz olur yani lezzetli olur. İç ferahlatır, gönül açar. “
Karagöz: “ Hayda bre pehlivan. Limon anahtar mı ki, Gönül teyzenin kapısını açsın. Teyzem ellisini geçti hala evlenmedi. Gönül teyzenin gönlünü açacak anahtar daha yapılmadı. “
Dünyanın pek çok şehrinde, belli günlerde pazar kurulur. Bu pazarlarda köyden getirilen sebze, meyve satılır. Pazara gidenin kesesi doluysa ve cimri değilse ürünün en iyisini alır. Anadolu’da sebze ve meyveler şehirlerin isimleriyle anılır olmuştur. Amasya’nın elması, İnegöl’ün pırasası gibi.
Karagöz: “ Bırak ya Hacivat. Ne demek Amasya’nın elması, İnegöl’ün pırasası. Yani elma almak için Amasya’ya mı gidelim? “
Hacivat: “ Karagözüm, elma almak için, Amasya’ya gitmene gerek yok. Salı pazarında Amasya elması satılıyor. Elma alırken, Amasya elması almak gerekir. “
Karagöz: “ Amasya’nın elması elma da başka yerin elması armut mu? Benim bahçedeki elmalar, Amasya elmasına bin basar. Tadı güzel kokusu hoş, eder insanı sarhoş. “
Hacivat: “ Armut alırken deveci armudunu, üzüm alırken Mürefte üzümünü tercih etmek gerekir. “
Karagöz: “ Deveci armudunu boş ver şimdi. Çocukken köye gittiğimizde dedemin bağına koşardık. Dedemin üzümlerinin tadını, sonraki senelerde yediğim üzümlerin hiçbirinde bulamadım. Elma alırken Bursa elması, pırasa zaten Bursa’dan, armut Bursa’dan, üzüm Bursa’dan, erik Bursa’dan, domates, patates, şeftali, vişne, kiraz hep Bursa’dan. Hey benim güzel Bursam, kovsalar gitmem şu Bursa’dan. “
Hacivat: “ Karagöz, az önce kiraz dedin. Söyle bakalım bu kiraz Bursa’nın neresinde yetişiyor? Sen eskiden hiç yalan söylemezdin. “
Karagöz: “ De git oradan Hacivat. Şimdi de yalan söylemiyorum. On yaşlarındaydım. Edebey Köyü’ne gitmiştik. Orada bir kiraz ağaçları vardı, aklın durur. Sanırsın kiraz ormanı. Epey bir gezindim orada, dallardaki kiraz çokluğundan güneşi göremedim. “
Hacivat: “ Güneş görünmüyorsa orman karanlıktır, kirazları nasıl gördün? “
Karagöz: “ Pöh, şunun sorduğu soruya bak. Kirazların verdiği ışıltı ormanı aydınlatıyordu. Ağaçlara çıktım, belki iki kilo kiraz yedim. Sen Edebey kirazının tadını nereden bileceksin. “
Aradan zaman geçtikçe kalabalık çoğalmış ve yüz kişiyi bulmuştu. Hava kararmaya başlamıştı, akşam oluyordu. İşi tadında bırakmak gerekirdi. Karagöz ile Hacivat ellerini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra kahkahalar bıçak gibi kesildi.
Karagöz: " Haydi bakalım ağalar, bu günlük bu kadar, " dedi ve yürüdü gitti.
Hacivat: " Yarın aynı saatte buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın, deyip Karagöz'ün peşine topal ördek gibi yürüyerek takılması kahkahaları meydana paraşütle geri getirdi.

Yazan: Serdar Yıldırım

-----------------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: İBİŞ SIRTLAN AVINDA
İbiş ok ve yay alarak Uludağ'a sırtlan avına çıkmış. Gezmiş, dolaşmış, ortalıkta hiç sırtlan yokmuş. Derken, Serdar Yıldırım'a rast gelmiş. Serdar yaşadığı zamandan 650 yıl gerideymiş. Elinde tüfek varmış, belinde fişek doluymuş. İbiş'e aslan avına çıktım, demiş.
İbiş: " Hani ok, hani yay? Neyle vuracaksın aslanı? "
Serdar: " Bak İbiş, ok ve yay ilkel silahlar. Bu gördüğün tüfektir. Tüfeğe şu fişeklerden koyarsın, sonra tetiği çektin mi, dan, hop aslan yerde. "
İbiş: " Küçücük fişek mi aslanı yere düşürecek? Fişek aslana çarpar sonra aslan sana kızar. Kaçarken tozu dumana katarsın. Hele yakalamasın aslan seni, bir lokmada yutar. "
Serdar: " Öyle değil işte. Fişek aslanın vücudunu deler geçer. "
İbiş: " Dediğin gibi olsun. Sen bu tüfekle aslan avladın mı? "
Serdar: " Avlamam mı? Yüzden çok aslan vurdum."
İbiş: " Yüzden çok mu? Hepsini Uludağ'da mı vurdun? "
Serdar: " Tabi ya ne sandın? "
İbiş: " Ama Uludağ'da aslan yok diyorlar. "
Serdar: " Var canım, olmaz olur mu? Ormanın derinlikleri aslan kaynıyor. İstersen gidelim, bak Uludağ'da aslan var mı, yok mu, kendi gözlerinle gör. "
İbiş: " Çok isterdim ama şunu başka bir güne bıraksak. "
Serdar: " Sen nasıl istersen İbiş. Aslan avı cesaret isteyen bir iş. Kolay olsaydı her önüne gelen aslan avcısı olurdu."
İbiş ile Serdar çene yarıştırırken ileriden iki avcının geldiğini görmüşler. Bunlar Karagöz ile Hacivat'mış. Karagöz ile Hacivat, İbiş'i tanıyorlarmış, Serdar ile de tanışmışlar.
Karagöz Serdar'ın aslan avına çıktığını duyunca şaşırmış. Tüfek, fişek olayını duyunca aklı karışmış. Serdar, ben bu tüfekle Uludağ'da yüz aslan vurdum, deyince kaşları çatılmış.
Karagöz: " Bak Serdar, bol keseden konuşma. Ben böyle şeylere kızarım. İbiş de atar tutar ama sen onu beşe katladın. İbiş'i dövdüm, seni de döverim. "
Bunun üzerine Serdar: " Geçen kış aralık ayında Uludağ'a çıkmıştım. Ne bereketli avdı. Dört tane gergedan avladım. " deyince Karagöz Serdar'ın üstüne atıldı. Aralarında bir boğuşma başladı. İkisi birlikte yere yuvarlanınca Serdar İbiş'in yardımıyla Karagöz'ün elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Karagöz Serdar'ın peşine takıldı. Az sonra yorulan Karagöz bir taşın üstüne oturarak Hacivat'ın ve İbiş'in gelmesini beklemeye başladı. Onlar geldikten sonra Karagöz: " Geyik gibi koşuyor, yakalamak ne mümkün. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, yakalayamadın iyi oldu. "
Karagöz: " Nee? Sen hangi taraftansın Hacivat? "
Hacivat: " Ben senin tarafındanım Karagözüm. "
Karagöz: " Ama ondan tarafa çıktın. "
Hacivat: " Serdar İbiş'le konuşurken, biz araya girdik. Nasıl olsa bir şey vuracağımız yok. Bırak anlatsın. Avda böyle hikayelerin anlatılması ava renk verir. Ortam neşelenir. Bol bol gülünür. "
Karagöz: " Orhan neşelensin, gülsün. Ben gülemem. Boş keseden böyle avcı hikayelerini duyunca kan beynime çıkıyor. "
Hacivat: " Canım Karagözüm, büyüklük göster. Bırak gelsin, anlatsın. "
İbiş: " Sen büyüksün, yücesin, güçlüsün Karagöz Baba. He mi, geliversin mi? "
Karagöz: " Siz bu kadar istedikten sonra.. Gelsin bakalım. "
Hacivat'ın çağırmasıyla Serdar anında onların yanında bitti. Karşısındaki Karagöz'ün kara gözlerinin içine bakarak avcı hikayelerinin son versiyonunu anlatmaya başladı:
" Bir çakal varmış. Bu çakal tilkiden kurnaz, kurttan kavgacıymış. Kaplanları rakip bilmiş. Uludağ'da günün her saati kaplan kovalarmış. Kaplanların çakal karşılarına çıkacak diye ödü koparmış. Olaydan haberim oldu. Tüfek, tesisat kuşandım. Tam tekmil çakalı aramaya koyuldum. Çakala benim onu aradığımı söylemişler. Çakal yüz arkadaşını toplayıp geldi, benim etrafımı sardılar. Tüfekle çaktım aldım. Son kalan çakal, çak al beni de, dedi. Çaktım o çakalı da aldım. Dünya kurulalı beri böyle bir avcı görmekse Uludağ'ın kısmeti oldu. Uludağ benimle ne kadar gururlansa azdır. "
Müdahale etmemek için kendini zorlayan, hırstan dudağını ısırarak kanatan Karagöz dinamit gibi patladı. Önüne çıkan İbiş'e vurdu, Serdar'a vurdu. Yere yuvarlanan İbiş'le Serdar kaçıp gittiler. Karagöz'ü sakinleştirmek Hacivat'a düştü. İleride dere boyunda İbiş'le Serdar yüzlerini yıkayıp, su içtiler, biraz kendilerine geldiler.
İbiş: " Karagöz amma kızdı ha. Arada ben de tokadı yedim. Gülüp geçeceği yerde kızıyor. "
Serdar: " Doğru İbiş. Ben böyle hikayeleri eğlencelik olsun diye anlatıyorum. Son hikayeyi anlatırken, onun gülmese bile kızmayacağını düşündüm. Gülmedi ama kızdı. Hem çok kızdı. Hacivat'ın güldüğü yanına kar kaldı. Sen ne kar ne zarardasın. Ben de bu işten sebeplendim. "
İbiş: " Nee, sebeplendin mi? Tokadı yedin yeri öptün, sonra? "
Serdar: " Bir haftadır ağrıyan çürük dişim vardı. Sallanıp duruyordu. Korkudan dişçiye gidememiştim. Karagöz bir tokatta o dişi bana yutturdu. Buraya gelirken konuşmadık ya dilimi diş oyuğunda tutup kanı durdurdum. Derede ağzımı çalkaladım. İnanmazsan gel de bak. "
İbiş gelir, bakar: " Gerçekten oradan yeni diş çıkmış. Belli oluyor. " der ve kahkahalarla güler.

SON

Serdar Yıldırım
28 Eylül 2022, 19:49
KARAGÖZ İLE HACİVAT: PARAYI KİM BULDU ?
Karagöz iş bulur. Yedi gün çalışır ve ilk haftalığını alır. Akşamüstü evine dönerken haftalığını kaybeder. Geldiği yoldan geriye döner ve düşürdüğü paralarını aramaya başlar. Diğer yandan da söylenmektedir: " Paracıklarım, paracıklarım, gitti paracıklarım. Keşke paralarım cebimde dursaydı da ben kaybolsaydım. "
Aynı saatte evine dönmekte olan Hacivat Karagöz'le karşılaşır.
Hacivat: " Hayrola Karagözüm, yanımdan geçersin beni görmezsin. Paracıklarım dersin. Para mı kaybettin? "
Karagöz: " Hiç sorma Hacivat. Haftalık almıştım, onu kaybettim. "
Hacivat: " Bir gören, bir bulan yok mu? "
Karagöz: " Dört gören, beş bulan var. Canımı sıkma, canını yakarım. "
Hacivat: " Aman Karagözüm kızma. Para kaybedince ararsın bulamazsan, kadıya gidersin. "
Karagöz: " Hı. "
Hacivat: " Para kaybettin, aradın bulamadın, ne yaparsın? Kadıya gidersin. "
Karagöz: " Demek paramı kadı bulmuş. "
Hacivat: " Kadının para falan bulduğu yok. Parayı bulan kadıya bırakır. Kaybeden kadıya gider. Para kadıdaysa parasını alır. "
Karagöz: " Ya para kadıda yoksa. "
Hacivat: " O zaman avcunu yalar. "
Karagöz: " Yani şimdi avcumu yalarsam param bulunur mu? "
Hacivat: " Nereni yalarsan yala paran bulunmaz. "
Karagöz: " Ne yapmak gerekir? "
Hacivat: " Kadıya gitmek gerekir. Buyur Karagözüm, önden sen yürü. "
Karagöz: " Önden ben yürümem, yan yana gidelim. "
Hacivat ile Karagöz kadıya giderler. Yolda para bulan birisi parayı getirip kadıya teslim etmiştir. Fakat paranın sahibinin kim olduğunu bilmemektedir. Karagöz'ün haftalığını kaybettiğini öğrenen Hacivat onu kadıya yönlendirir, çünkü Karagöz'ün kaybettiği parayı bulan Hacivat'tır.

-------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: LEYLEK
Mart ayının ortası. Kar yeni kalkmış. Ortalık ayaz, hava buz gibi. Karagöz nicedir işsiz. Kazağını, paltosunu eskiciye satmış. Yarı aç, yarı tok. Üstünde bir fanila, bir mintan. Soğuk havada iş bulmak için gezerken, dişlerinin takırtısı Uludağ'dan duyuluyor. Karagöz tam bu esnada Hacivat'la karşılaşır.
Hacivat: " Merhaba Karagözüm. Nasılsın, iyi misin? "
Karagöz: " İyi değilim Hacivat. Donuyorum. "
Hacivat sağa sola bakınır. Bir evin bacası üstündeki leyleği görür. Parmağıyla leyleği işaret ederek: " Bak Karagözüm, leylekler gelmiş. Artık yaz geliyor. "
Karagöz: " Hacivat, anlamsız konuşma. Hem leylek gelmiş diyorsun, hem kaz geliyor diyorsun. "
Hacivat: " Kaz demedim Karagözüm, yaz geliyor dedim. "
Karagöz: " Kaz yazayım ama ben yazı bilmem ki. Yaz demek kolay. "
Hacivat: " Dediklerimi yanlış anlıyorsun Karagözüm. Bak leylek nasıl da takırdıyor. "
Karagöz çenesini tutar: " Takırtı benden geliyor. Paltom yok da, soğuktan dişlerim takırdıyor. "
Hacivat: " Palton yok mu? Doğru ya, paltonu giymemişsin. Al benim paltomu giy. " der ve paltosunu Karagöz'e verir. Karagöz paltoyu giyer ve dişlerinin takırdaması durur. Bu sefer üşüyen Hacivat'ın dişleri takırdamaya başlar.
Karagöz: " Hacivat, bu leylek yolunu kaybetmiş, kış günü Bursa'ya gelmiş. Şimdi gerçekten takırdamaya başladı. "
Hacivat: " Karagözüm, leylek değil, ben takırdıyorum. O palto senin olsun. Kürkçü Emin'den kendime kürklü palto alacağım. "
Karagöz: " Körükçü Cemil'den palto mu çalacaksın? "
Hacivat: " Çalmayacağım, parasıyla kürklü palto alacağım. "
Karagöz: " Hacivat'ım, paltonu geri al, bana kürklü palto satın al. "
Hacivat: " Olmaz Karagözüm, benim eski paltomu sen giy. Ben kendime kürklü palto alacağım. "
Karagöz, kendine alma, bana al dedikçe, Hacivat, sana değil, kendime alacağım der ve birlikte Kürkçü Emin'in dükkanına girerler. Bunlar dükkanda tartışa dursunlar, Kürkçü Emin bir diğer lakabı da tilki Emin: Gençliğinde bir taşla dört kuş vurmuşluğu vardır. Şimdi ise, bir taşla iki kuş vurmanın derdindedir. Sensin der, büyüksün der, zenginsin der ve Hacivat'a iki kürklü palto satar. Paltoların birini Hacivat, diğerini Karagöz giyer.
Hacivat, Karagöz ile birlikte yolda giderken, gördüğü bir fakire eski paltosunu verir. İki arkadaş ilk karşılaştıkları yerden geçerken, leyleğin o evin bacasında olmadığını görürler.
Hacivat: " Bak Karagözüm, leylek yok, gitmiş. "
Karagöz başını kaldırır, etrafına bakınır:
" Başka leylekler mi gelmiş? Hani nerede? "
Hacivat: " Başka leylek falan yok. Tek leylek vardı, o da gitmiş. "
Karagöz: " Ha, şu zamansız gelen leylek. Onun sayesinde kürklü palto sahibi oldum. Şansım açıldı. Bundan sonra beni kimse tutmasın. "

Yazan: Serdar Yıldırım

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Milli Eğitim Ve Kültür Bakanlığı / 2017
Türkçe 5. Sınıf Ders Kitabı 108. sayfa
http://talimterbiye.mebnet.net/Kitaplar/2017-2018/ilkokul/Turkce5_Kitap2.pdf

--------------------------------------------------------------------------
DİLENCİ HACİVAT
Hacivat tüccarın biriyle ortak olur. Birlikte mal alıp satmaya başlarlar. İlk zamanlar işler iyi gider, sonradan bozulur. Bir sabah erkenden tüccar çıkagelir ve Hacivat'a iflas ettiklerini, elde avuçta birşey kalmadığını söyler. Hacivat parasız ve çaresiz kalır, evine ekmek götüremez olur. İş arar bulamaz, dilencilik yapmaya başlar:
" Fakire bir sadaka, fakire bir sadaka, " diyerek dolanır durur.
Karagöz Hacivat'ı dilenirken görünce beyninden vurulmuşa döner. Kendini çabucak toparlar ve Hacivat'ın yanına gider.
Karagöz: " Hacivat'ım, bu ne hal böyle? "
Hacivat: " Halim haraptır, Karagözüm. Tüccarın biriyle ortaklık kurdum, koca serveti har vurup harman savurdum. "
Karagöz: " Koca servet mi? Bu işe ne yatırdın sen onu söyle. "
Hacivat: " Bin beş yüz altın. Gitti, gitti, bin beş yüz altınım. "
Karagöz: " Ne?! Senin o kadar altının var mıydı, Hacivat? "
Hacivat: " Olmaz olur mu Karagözüm? Babamdan kalan servet pek çoktu. "
Karagöz: " Hazıra dağlar dayanmaz derler. "
Hacivat: " Dayandı. "
Karagöz: " Mirasyedinin mirası biter derler. "
Hacivat: " Bitmedi. "
Karagöz daha sonra Hacivat'tan tüccarın adını öğrenir. Tüccara giderek, ortak aradığını, evini ve bahçesini ortaya koyarak iş yapmak istediğini söyler ama gelir gider defterini kendisinin tutması gerektiğini bildirir. Tüccar, Hacivat'tan sonra yolunacak kaz olarak gördüğü Karagöz'e elindeki bin beş yüz altını verir.
Karagöz ertesi gün Hacivat'a bin beş yüz altını verir ve bir daha kimseyle ortak olmamasını söyler. Daha ertesi gün Karagöz'ün evine gelen tüccar yanındaki adamı göstererek, evi ve bahçeyi satın almak isteyen bir müşteri buldum, der. Ayrıca ortaklık gereği verdiği altınların bundan sonra kendisinde duracağını söyler. Bunun üzerine Karagöz altınları gece evine giren hırsızın götürdüğünü, ortaklık kalmadığı için, evini ve bahçesini satmaktan vazgeçtiğini söyler. Tüccar durumu kabullenmek istemez. Karagöz sesini yükseltir, tüccara diklenir. Tüccar, Karagöz'ün karşısında tutunamaz. Müşteri kaçar gider. Çaresiz kalan tüccar yol kenarına oturup ava giderken avlandım der ve hüngür hüngür ağlamaya başlar.

---------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ BALIKÇI
İşsiz kalan Karagöz Hacivat'ın yönlendirmesi üzerine Misi Köyü'ne giderek oradaki gölden alabalık tutmaya başlar. Akşamüstü at arabasına binerek Bursa'ya döner. Alabalıkların bir kısmını kendine ayıran Karagöz geri kalanı balıkçılara satar.
Bir akşamüstü alabalıkları temizleyen Karagöz'ün hanımı balığın birinin içinde inci bulur. Çok sevinir. Odada oturmakta olan Karagöz'e inciyi gösterir. Karagöz sevinçten ne yapacağını şaşırır ve oynamaya başlar. Akşam yemeğinden sonra evde konuşulan tek konu incidir. Karagöz'ün oğlu Yaşar, baba, ya tuttuğun öteki balıklarda da inci varsa, deyince Karagöz: "Doğru oğlum, o balıklarda inci olabilir. O zaman alabalıkların içini evde temizleriz, karnında inci olup olmadığına bakar, öyle satarız. On-on beş alabalığın birinden inci çıksa zengin olduk demektir. "
Karagöz sonraki günlerde düşüncesini aynen uygular. Evde temizlenen alabalıkların birinden, ikisinden inci çıkmaktadır. İncileri kuyumcuya satan Karagöz kısa zamanda fakirlikten kurtulur. Kuyumcu incinin kaynağını merak eder. Karagöz'ün ağzını arayan kuyumcu hiçbir şey öğrenemez. Bunun üzerine gizlice Karagöz'ü takip etmeye başlar. Sonunda olayı çözer ve gölün karşı kıyısında çadır kurarak, beş karısını, oğullarını, kızlarını, gelinlerini, damatlarını ve torunlarını getirir. Birlikte çok çalışarak, çok balık tutarak kısa zamanda göldeki alabalık neslini kuruturlar. Gölde bir tane alabalık kalmaz. Kuyumcu, torbalar dolusu inciyle servetine servet katar.
Aradan günler, haftalar geçmesine karşın, bir tek alabalık tutamayan Karagöz yol parası, evin geçimi derken, giderek fakirleşir. Daha sonra yine Hacivat'ın yönlendirmesi üzerine Hacivat ile birlikte Ulucami'nin yapım işinde çalışmaya başlar.

------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: KARAGÖZ AŞIK
Genç Karagöz Bursa sokaklarında elinde bir demet ısırgan otuyla hızlı adımlarla yürürken, Hacivat'la karşılaşır. Hacivat sorar:
" Hayrola Karagözüm, bu ne acele? Sanki peşinden köpek kovalıyor. "
Karagöz: " Sus Hacivat! Köpek beni niye kovalasın? O ancak senin gibileri kovalar. "
Hacivat: " Hemen kızma Karagözüm, lafın gelişi öyle dedim. Hızlı hızlı nereye böyle? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Hızlı hızlı nereye böyle? Yani nereye yetişeceksin? "
Karagöz: " Şey, yavuklumla buluşacağım da. "
Hacivat: " Yavuklun mu? Senin yavuklun mu var? "
Karagöz: " Var tabi, neden olmasın? Ben sevemez miyim yani? "
Hacivat: " Tabi seversin, yavuklun da olur. O elindeki nedir? Isırgan otu mu? "
Karagöz: " He ya ısırgan otu. Yavukluma verecektim "
Hacivat: " Olur mu Karagözüm, hiç insan sevdiğine ısırgan otu verir miymiş? "
Karagöz: " Ee o zaman ne verir?
Hacivat: " Karanfil verir. "
Karagöz: " Kara fil mi? Afrika mı burası? Fil ne arar? "
Hacivat: " Karanfil dedim Karagözüm. Bir tür çiçek. "
Karagöz: " Çilek bulunmaz şimdi, mevsimi değil. "
Hacivat: " Çilek değil, çiçek dedim. Her neyse sen iyisi kırmızı gül götür. "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Kırmızı gül, kırmızı gül. "
Karagöz: " Kırmızı tül mü? Perdelik tüllerden mi? "
Hacivat: " Dur Karagözüm, ne perdesi ne tülü. Kırmızı gül dedim. "
Karagöz: " Kırmızı kül mü? Amma yaptın Hacivat, külün kırmızısı mı olurmuş? "
Hacivat: " Yine yanlış anladın. Peki o zaman senin dilinle konuşalım. Ya nesi olur? "
Karagöz: " Sen de ne cahilsin Hacivat. Külün rengi kül rengi olur. Bilmiyorsan öğren. "
Karagöz'ün yanlış anlamaları karşısında sinirlenen Hacivat ne kadar hırslandığını Karagöz'e fark ettirmemeye çalışır. Kuruyan dili damağında zorlukla döner:
" Tamam Karagözüm, yavukluna ne istersen götür. Isırgan götür, sarımsak götür, soğan götür. "
Hacivat, ister ıspanak götür, ister pırasa götür, diye söylenerek uzaklaşır gider. Hacivat'ın arkasından bakakalan Karagöz çabucak aklını toplar. Kendini daha sağlıklı düşünmeye zorlar:
" Hacivat'ın her dediğini ısırganın yanında yavukluma hediye etsem iyi olacak. Şimdi ben sarımsak, soğan, ıspanak, pırasa nerede bulurum? "
Karagöz aradıklarını komşuların yardımıyla tamamlar. Hepsini bir sepete koyarak yavuklusuna verir. Karagöz'ün yavuklusu genç kız hediyelerden dolayısıyla memnun olur. Bu genç kız Karagöz'ün oğlu Yaşar'ın annesidir.

------------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: KÖSE
Güzel, güneşli bir yaz gününde Pınarbaşı Meydanı'nda bir sürü adam toplanmış, kahkaha patlatıyordu. Şişiren ağızdır da balonu patlatan iğnedir. Ağızdan çıkan iğneli sözler, adama nasıl kahkaha patlattırır, dilerseniz bunu öğrenelim.
Hacivat: " Ak akçe kara gün içindir. "
Karagöz: " Akçe yok ki kara güne saklasam. "
Hacivat: " Bir elin nesi var, iki elin sesi var. "
Karagöz: " Kurnada oturanın elinde hamam tası var. "
Hacivat: " Söz gümüşse sükut altındır. "
Karagöz: " Söz altınsa sükut tenekedir. "
Hacivat: " Olur mu Karagözüm, sükut yani susmak altındır. "
Karagöz: " İyi, o zaman susalım, konuşmayalım. Buradaki kalabalık hemen dağılır. İnsanlar, işini bırakıp bizi dinlemeye geliyorsa sözüm altın değerinde olduğu içindir. "
Karagöz kalabalığa dönerek: " Beni haklı görenler alkışlasın. " diye bağırdı. Bir alkış fırtınasıdır koptu.
Bu sefer Hacivat kalabalığa dönerek: " Beni haklı görenler alkışlasın. " diye bağırdı. Bir alkış boranıdır koptu. Eee ne diyelim onları alkışlayanlar sayıldığında birbirine eşit olduğu görüldü. Yalnız karşıda duran ve Karagöz ile Hacivat'ın her iğneli vuruşuna kahkahasını patlattıran köse kimseyi alkışlamadı. Sonradan sordum, benim oyum ikisine, dedi.

----------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: EKMEK
Bursa sokaklarında gezip dolaşan Karagöz ile Hacivat, Pınarbaşı Meydanı’na geldiklerinde yorulduklarını anlarlar ve bir ağacın altına oturup dinlenirler.
Daha sonra Hacivat:“ Aman Karagözüm, içim bayıldı. Fırından ekmek al da suya banıp yiyelim. “
Karagöz: “ Ekmek alayım da yakında fırın var mıdır? “
Hacivat: “ Var ya. Az önce önünden geçtik. “
Karagöz: “ Hiç fark etmedim. Yerini tarif et, hangi somun fırınında? “
Hacivat eliyle işaret eder: “ Şuradaki inek ahırının ilerisindeki somun fırınında. “
Karagöz: “ Ne işi varmış elinin ineğin kuyruk sokumunda? “
Hacivat: “ Karagözüm, nereden çıkarırsın ineğin kuyruk sokumunu? Şu ahırın ilerisindeki somun ekmek fırınında. “
Karagöz: “ Ahırda samandan ekmek mi pişiriyorlar? “
Hacivat: “ Hiç samandan ekmek olur mu? Buğday ekmeği olur, buğday. “
Karagöz: “ Atlara buğday ekmeği, insanlara saman ekmeği. “
Hacivat: “ İnsanlar saman ekmeği yemezler. İnsanlara buğday ekmeği, atlara saman ekmeği. “
Karagöz: “ Demek o fırında atlara saman ekmeği pişiriyorlar. “
Hacivat: “ Öyle demek istemedim. “
Karagöz: “ Ama öyle dedin. Atlara saman ekmeği dedin. “
Hacivat: “ Dur Karagözüm. Sana cümle anlatayım derken, ben kelimeleri şaşırdım. Gitmemek için, böyle yaptın. Ağzımdan çıkanı kulağıma duyurmadın. Ben bir ekmek alıp geleyim, “ diyen Hacivat hızlı adımlarla oradan ayrılır. Biraz sonra elinde bir somun ekmek ve bir çanak suyla gelir. Ekmeği ikiye böler ve yarısını Karagöz’e verir. Birlikte ekmeklerini suya banıp yerler.

------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ'ÜN İĞNESİ
Hacivat birkaç gündür görmediği Karagöz'ü sağda solda arar, bulamaz. Sorar soruşturur bilen, gören yoktur. Son çare olarak evine gider. Karısı Karagöz'ün üç gündür evin samanlığında olduğunu ve yemeğini bile orada yediğini söyler. Hacivat bahçeden samanlığa geçer. Karagöz samanların arasında bir şey aramaktadır. Ama ne?*
Hacivat: " Selam Karagözüm, ben geldim, selam. "
Karagöz: " Hay Selami'nin kara kellesi. Sen misin Hacivat? "
Hacivat: " İyi günler Karagözüm, iyi günler. "
Karagöz: " Güller iyidir de ben papatyayı pek severim. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, neden o? "
Karagöz: " Papatyanın yapraklarını seviyor, sevmiyor diye koparıyorum, hep Hacivat beni sevmiyor çıkıyor. "
Hacivat: " Olur mu Karagözüm? Ben seni çok severim. Bunu cümle alem bilir. "
Karagöz: " Düğmeci Adem bilir ama ben bilmiyorum. Beni sevmeyeni ben de sevmem. "
Hacivat: " Yapma. "
Karagöz: " Yaptım bile. "
Hacivat: " Etme. "
Karagöz: " Ettim bile. "
Hacivat: " Papatya falına inanma. "
Karagöz: " Ee *kime inanacağım? "
Hacivat: " Bana inan Karagözüm. "
Karagöz: " O zaman sevdiğini ispat et. Bir şey istesem yapar mısın? "
Hacivat: " Emrin olur. Ne istersen yaparım. "
Karagöz: " Samanların arasına iğne düşürdüm. Bul iğneyi, ispatla sevdiğini. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, samanlıkta iğne aranır mı? "
Karagöz: " Aranır, ben üç gündür arıyorum. "
Hacivat: " Aradın da buldun mu? "
Karagöz: " Bulamadım. Sanki iğne samana dönüşmüş. "
Hacivat: " O iğne ne iğnesiydi? "
Karagöz: " Arı iğnesi değil herhalde , dikiş iğnesiydi. "
Ben şimdi o iğneyi bulurum, diyen Hacivat samanlıkta iğne aramaya başlar. Birkaç dakika sonra her zaman yakasında bulundurduğu dikiş iğnesini, işte iğneni buldum, diyerek Karagöz'e verir. Karagöz buna çok sevinir ve Hacivat'ı alnından öper. Hacivat Karagöz'ün koluna girerek bahçeye çıkarır. Altlarına birer sandalye çekip otururlar. Karagöz karısına seslenir ve hanım bize iki çay yap, der. Çaylar gelinceye kadar onlar sohbeti o kadar koyulaştırır ve şakalaşmalarını o kadar ağırlaştırırlar ki, dünyanın gelmiş geçmiş en somurtkan insanını kahkahalarla güldürecek düzeye erişirler.*

------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İŞSİZ
Uzun zamandır işsiz olan ve geçim zorluğu çeken Karagöz hanımını ve oğlu Yaşar'ı köye, babasına gönderir. İş aramaktan bıkar, yalnızlıktan sıkılır ve yolda rastladığı Hacivat'ı evine çay içmeye davet eder. Eve gelince bakar çay ve şeker kavanozları bomboştur. Hacivat'a durumu anlatmak zor olacağı için, ne yapacağını bilemez. Mutfakta çaresiz beklemeye başlar. Daha sonra Hacivat odadan bağırır: " Haydi Karagözüm, çay demlendiyse getir de içelim. "
Bunun üzerine Karagöz Hacivat'ın yanına gelir ve sorar: " Çayı kaç şekerli içersin? "
Hacivat: " Ben çayı çok şekerli içerim. "
Karagöz: " Çok şekerli mi? Çokşeker Arif çay bardağına sığmaz ki. "
Hacivat: " O zaman çift şekerli olsun. "
Karagöz: " Çiftelerin Şakir İzmir'e taşındı. "
Hacivat: " Bari tek şekerli olsun. "
Karagöz: " Şekersiz içsen. "
Hacivat: " Amma yaptın ha! Şekersiz çay mı içilirmiş? "
Karagöz: " Anla işte, evde şeker yok. "
Hacivat: " Çay demlenmiştir. Bardağa koy da getir bakalım. "
Karagöz: " Evde çay yok ki. Ocağı yakmadım. "
Hacivat: " Bir de soruyorsun, çayı kaç şekerli içersin diye? "
Karagöz: " İnan Hacivat, evde çay ve şekerin bittiğini bilmiyordum. "
Hacivat: " Sizinkileri köye gönderdiğini duydum. "
Karagöz: " Doğrudur, burada aç kalmasınlar diye. "
Hacivat Karagöz'ün eline birkaç akçe sıkıştırır:
" Git bakkaldan çay, şeker, ekmek, peynir falan al. "
Karagöz bir koşu Hacivat'ın dediklerini alır, gelir. Ocağı yakar, çayı demler. Birlikte çay içerler, peynir, ekmek yerler. Hacivat çayları çok şekerli içer. Karagöz'ün ise, çayları tek şekerli içmesinin nedeni Hacivat'ın aldığı yarım kilo şekerin bitmesini istemediğinden.
Hacivat ertesi gün Karagöz'e bahçıvanlık işi bulur. Karagöz çalışmaya başlar. Haftalığını alınca hanımını ve oğlunu köyden getirtir. Böylelikle Karagöz ailesi normal günlük yaşantılarına dönerler.*

----------------------------------------------------------
KARAGÖZ EZAN OKUYOR
Karagöz iddia üzerine minareye çıkıp öğle ezanı okumaya başlar. Fakat ezanın yarısında takılır, kalır. Gerisini unutmuştur. Sil baştan tekrar okur, yine aynı yerde takılır. Bu böyle devam eder. Karagöz ezanı bir türlü tamamlayamaz. Cemaat namaza başlamak için, ezanın bitmesini beklemektedir. Zaman geçtikçe homurtular artar.*
Hacivat aşağıdan Karagözüm şöyle de, sonra bunu de diye bağırarak *yardımcı olmak ister. Sonunda ezanı bırakan Karagöz, beni sen şaşırttın diyerek minareden Hacivat'ın üstüne atlar. Boğuşmaya başlarlar. Cemaat araya girer ve Hacivat'ı Karagöz'ün elinden kurtarır. Bu sefer Karagöz daha da sinirlenir ve cemaati sille tokat döver. Cemaat ve Hacivat kaçıp gider. Daha sonra minareye çıkan Karagöz ezanı güzelce okur ve derin bir oh çeker.*

-------------------------------------------------------------
HACİVAT'IN İPİ
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır. Karagöz'ün telaşlı olduğunu gören Hacivat sorar: " Hayrola Karagözüm, nereye böyle? "
Karagöz: " Bahçedeki kuyudan su çekerken ip koptu. Kova kuyuya düştü. İp almaya gidiyorum. "
Hacivat: " Evde sağlam bir ip var. Onu sana vereyim. Ben ipin ucunu tutarım, sen kuyuya inersin. "
Karagöz: " Ben senin ipinle kuyuya inmem. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, bana hiç mi itimadın yok?*
Karagöz: " Hı. "
Hacivat: " Yani bana hiç mi güvenin yok? "
Karagöz: " Yok, çünkü ben kuyuya inince ipin ucunu bırakırsın, aşağıda kalırım. "
Hacivat ağzı bir karış açık Karagöz'e bakakalır. Bu sefer Karagöz sorar:
" Söyle bakalım Hacivat, sen benim ipimle kuyuya iner misin? "
Hacivat: " İnerim. "
Karagöz: " Ya bıçakla ipi kesersem. "
Hacivat: " Öyle bir şey yapmazsın Karagözüm. Ben sana güvenirim. "
Karagöz: " Ben de düne kadar sana güvenirdim ama gece rüyamda kuyuya indiydim de beni kuyuda bıraktıydın. Artık güvenim kalmadı. "
Hacivat: " Rüyandaki ben değildim, gerçekler rüyadan farklı olur. " diyerek uzun süre dil döker, sonunda Karagöz'ü ikna eder ve evden ip alıp gelir. Bahçedeki kuyuya Karagöz Hacivat'ın ipiyle iner. Hacivat ipin ucunu bırakıp kaçar. Karagöz'ün bağırması üzerine komşular gelip onu kuyudan çıkarırlar. Altı ay ne Karagöz Hacivat'ı, ne de Hacivat Karagöz'ü arayıp sormaz. İlk defa bu kadar uzun süre küs kalırlar.

---------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: BİZANS ALTINI
Karagöz bir gece rüyasında kendini Pınarbaşı Meydanı'nda toprağı kazarken görür. Kazar, kazar ve sonunda bir küp Bizans altını bulur. Çok sevinir ve oynamaya başlar. Daha sonra kan ter içinde uyanır. Sabahı bekleyemez, alacakaranlıkta kazmayı, küreği kapar ve yola çıkar.*
Pınarbaşı Meydanı'na geldiğinde acele tarafından kazmayı toprağa vurur. Kazdıkça kazar. Sabahleyin işe giden Bursalılar, Karagöz'ü görürler. Toprağı neden kazdığını sorarlar. Karagöz rüyasını anlatır. Adamlardan bazıları Karagöz'e katılır. Onlar da kazma, küreklerini alıp gelirler ve biri o yanda, biri bu yanda kazmaya başlarlar.*
Öğle vaktine doğru Hacivat olaydan haberdar olur. Evde bulunan babadan kalma bir Bizans altınını cebine koyar ve yola çıkar. Hacivat geldiğinde Karagöz rüyasını ona da anlatır. Hacivat sırf muziplik olsun diye dinlenen birinin kazmasıyla toprağı biraz kazar ve altın buldum diye bağırır. Yanındaki Bizans altınını gösterir. Buna sevinen Karagöz altını alır, cebine atar ve orayı daha derin kazmaya başlar.
Akşam üstüne doğru meydan baştan aşağı kazılır ama başka altın bulan olmaz. Karagöz tamam der ve işi bırakırlar. Karagöz meydandan ayrılmadan Hacivat önüne çıkar:
" Aman Karagözüm, ben şaka yapmıştım. Altını evden getirmiştim. Altınımı ver de gideyim, " der.*
Karagöz: " Oldu mu şimdi Hacivat? Altını burada buldun. "
Hacivat: " Hayır, ben onu evden getirmiştim. "
Karagöz: " Senin evde altın ne arar? Bu altın rüyamda gördüğüm altınlardan biri. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, etme, eyleme, beni buraya geldiğime pişman etme. "
Oradaki adamlar Karagöz'den yana taraf olunca Hacivat susar ve bir kenara oturup ağlamaya başlar. Karagöz altını epey bir akçe karşılığında satar. Kışın dört ay evde sırtüstü yatar, çalışmaz ve akçeleri bitirir. Yazın gelmesiyle birlikte iş aramaya başlar.*


--------------------------------------------------------------------------
SİVRİKOZ ZAMANA KARŞI
Sivrikoz'un küçük yaşlardan itibaren kafasına takılan sorular vardır. Yıllar geçtikçe bu sorular daha da belirginleşir. Annesine, babasına, amcasına, dayısına bu soruları sorar fakat gelen cevaplar tatminkar olmaz. İyi, güzel diyorsunuz da benim beklediğim cevaplar bunlar değil, der. Babası bir gün: " Sivrikoz beklediğin cevaplar bunlar değilse sen sorduğun soruların cevabını biliyorsun demektir. " der de Sivrikoz babasına cevaplardan tam olarak emin olmadığını söyler. Sivrikoz'un sorduğu sorular nedir?
Acımasızca geçen zaman, insanları neden yaşlandırıyor?
İnsanların görünüşleri neden değişiyor?
Zaman geçtiği için, insanlar yaşlanıyorsa zamanı durdurmak mümkün değil midir?
Sivrikoz bir gün babası Hacivat'tan izin alır ve zamanı arayıp bulmak, onunla hesaplaşmak için, yola çıkar. Sonraki günlerde zamanı arar, her önüne gelene zamanı sorar ama kimse zamanın nerede olduğunu bilmemektedir. Günlerden bir gün bir ormandan geçerken bunalır, olanlar canına tak der ve bağırır: " Ey zaman, kimsin sen, neredesin, aramaktan bıktım, çık ortaya, yetti yaptıkların. "
Birden ormanda sert bir ses yankılanır: " Hey genç, beni mi aradın? Senin adın nedir? "
" Benim adım Sivrikoz. Seni aradım. Soracak sorularım var. Neden insanları yaşlandırıyorsun? Şimdinin ihtiyarı bir zamanlar gençtim, güçlüydüm diyor. Geçtin de ne oldu? Ne kazandın? İnsanlar belli bir yaşa gelince o insan için zamanı durdur. Yaşlanmasın ama yaşasın. Genç kalsın. "
" Sen neler diyorsun Sivrikoz? Daha önce kimse benim işime karışmıyordu. Ben de istediğim gibi kendimi kuruyordum. Genç ve güçlü birini, yaşlı, iki büklüm bir ihtiyar haline getirmek benim için önemli. Ben o ihtiyarın genç halini hatırlar ve gülümserim. Ama sen istemiyorsan bundan sonra kimseyi yaşlandırmam. "
Zamandan söz alan Sivrikoz sevinçle oradan uzaklaşır. Sonraki günlerde zaman sözünü tutmaz ve insanları yaşlandırmaya devam eder. Durumu fark eden Sivrikoz çok üzülür ve bir daha zamanı ne arayıp, ne sorar.


Yazan Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
26 Ekim 2022, 18:06
KARAGÖZ İLE HACİVAT: TUZSUZ DELİ BEKİR
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır. Ramazan ayının birinci günüdür.
Hacivat: " Ramazan-ı şerifler hayrolsun Karagözüm. "
Karagöz: " Sen ne diyorsun Hacivat? Ramazan'la şerif neden kaybolsun? "
Hacivat: " Ramazan-ı şerifler hayrolsun. Hayırlı ramazanlar. "
Derdi dağlardan büyük olan Karagöz Hacivat'ın ne dediğini yine anlayamaz: " Ramazanların tarlası mı? Ne bileyim nerededir? "
Hacivat: " Yani oruç ayına girdik Karagözüm. "
Karagöz: " Hı. "
Hacivat: " Oruçlu musun Karagözüm? Gece sahura kalktın mı? "
Karagöz: " Gece sabaha kadar uyuyamadım. Bir aralık dalmışım. Kötü bir rüya gördüm. Adamın biri, beni kesiyordu. "
Hacivat: " Hayrolsun diyecektim. Ama böyle rüyanın hayrı olmaz ki. "
Karagöz: " Hayri'yi rüyanda mı gördün? "
Karagözün hey heylerde olduğunu anlayan Hacivat hey heylere hay hay der geçer.
Hacivat: " Karagözüm, rüyanda seni kim kesiyordu? "
Karagöz: " Adamın biri. "
Hacivat: De hadi Karagözüm. Ağzımdan laf çıkmaz bilirsin. "
Karagöz: " Şu Tuzsuz Deli Bekir. Rüyama kadar girdi. "
Hacivat: " Ne demek rüyama kadar girdi? Gerçek hayatta da mı keskinleri oynadı? "
Karagöz anlatmaya başlar: " Yazın bir ara işsizdim. Tuzsuz'dan borç almıştım, ödeyemedim. İkidir gelir kapıyı tekmeler, açmadım diye kızar bağırır. Yolda önüme çıktı, kaçtım, kurtuldum. "
Hacivat: " Eee sonra ne oldu? "
Karagöz: " Dün çıkmaz sokakta kıstırdı beni. Hani para dedi. Bıçağını çıkardı, ileri geri salladı. Bir böbrekten, bir ciğerden dedi. "
Hacivat: " Elinden nasıl kurtuldun? "
Karagöz: " Yarın söz, paranı vermezsem bildiğin gibi yap dedim. "
Hacivat: " O ne dedi? "
Karagöz: " Parça mı olsun, kuşbaşı mı dedi. "
Hacivat: " Karagözüm, senin borcun ne kadardı? "
Karagöz borcunu söyler. Hacivat, Karagöz'ün borcunu son kuruşuna kadar eline sayar. Karagöz buna çok sevinir. Daha sonra evinin yolunu tutar. Tahmini doğrudur. Tuzsuz Deli Bekir, elinde bıçağı, kapının önünde bağırıp çağırmaktadır. Karagöz, Bekir Efendi deyip paraları gösterince Tuzsuz bıçaklı elini arkasına saklar: " Vay Karagöz, borcunu getirdin galiba. "
Karagöz: " Evet, borcum, al say, hepsi tamamdır. "
Tuzsuz parayı sayar: " Evet, tamam, der, borç morç kalmadı. "
Karagöz: " Bir daha senden borç almam. Bu son olsun. "
Tuzsuz: " Vay köfte vay, bir de haklı çıkarsın ha. Ben de sana borç verirsem elim bıçak tutamasın. " der ve bıçağını çıkarır. Karagöz eve kaçar. Kapıyı sürgüler. Kapının önünde nara atan, tehditler savuran Tuzsuz Deli Bekir daha sonra evin önünden uzaklaşır. Böylelikle Karagöz kurtulur.

---------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: AYAKLI KÜTÜPHANE
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Karagöz: "Hacivat, evi taşımışsın? "
Hacivat: " Doğru taşıdım. "
Karagöz: " Nereye taşıdın? "
Hacivat: " Şu kilisenin beş ev yukarısına. "
Karagöz: " Kilis'e mi taşındın? "
Hacivat: " Kilis demedim Karagözüm. Kilise dedim. "
Karagöz: " Kilis'e taşındığına göre Konya'yı görmüşsündür. "
Hacivat: " Konya da nereden çıktı? "
Karagöz: " Kilis'e giderken kervan Konya'dan geçer. "
Hacivat: " Ne Konya'sı, ne kervanı? "
Karagöz: " Mervan dayım Konya'da otururdu. Çocukken gitmiştik. "
Hacivat: " Dayının adı Mervan mıydı? "
Karagöz: " Van daha ileride Acem sınırında. "
Hacivat: " Eee? "
Karagöz: " Orada bir göl varmış. Deniz kadar büyükmüş. "
Hacivat: " Göl deniz kadar büyük olur mu? Deniz gölden büyüktür. "
Karagöz: " Marmara Denizi, Ege Denizi. "
Hacivat: " .... "
Karagöz: " Karadeniz, Akdeniz. "
Hacivat: " Bunları niye sayıyorsun? "
Karagöz: " Saymayı bilirim, bir, iki, üç. "
Hacivat: " Sonra. "
Karagöz: " Üç, iki, bir. "
Hacivat: " Sonrası yok mu? Sen kaça kadar okudun? "
Karagöz: " Üçe kadar. Matematikte birinciydim. "
Hacivat: " Belli, sondan birinci. "
Karagöz: " Okumam da iyidir. "
Hacivat: " Şu dükkanın levhasını oku bakalım. "
Karagöz: " Kem küm. "
Hacivat: " Sonra. "
Karagöz: " Ham hum. "
Hacivat: " Senin neden üçe gidemediğin belli. "
Karagöz: " Üçe gidecektim ama evden göndermediler. "
Hacivat: " Neden? "
Karagöz: " Çok şey öğrenmiştim, beynim dolmuştu. "
Hacivat: " Yapma ya? "
Karagöz: " Bana ayaklı kütüphane diyorlardı. "
Hacivat: " Ayaklı kütüphane ha? "
Karagöz: " Sen de bir şey bilmiyorsun Hacivat? Sen kaça kadar okudun? "
Hacivat: " Beşi bitirdim. "
Karagöz: " Beşi mi? Ben senden çok okumuşum. "
Hacivat: " Vay vay! Üç mü büyük, beş mi? "
Karagöz: " Sen de amma cahilsin be Hacivat. Tabi ki üç büyük. "

------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KOCA KAFALI BİR KELEŞ
Hacivat: " Gökyüzünde yıldız var, ay var. "
Karagöz: " Yeryüzünde baldızımın yaptığı çay var. "
Hacivat: " Gökyüzünde bulut var, güneş var. "
Karagöz: " Yeryüzünde unutma keleş var. "
Hacivat: " Karagözüm, keleş mi var? "
Karagöz: " Var tabi, koca kafalı bir keleş var. "
Hacivat: " Acaba kim bu keleş? "
Karagöz: " Kim olacak tabi ki sen. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, kafan benimkinden büyüktür. "
Karagöz: " Çaresiz kaldığın için, şu attığın çığlıktır. "
Hacivat: " Senin denizin bitmiş, çırpındığın sığlıktır. "
Karagöz: " Sığır sana derler, benden fışkıran sağlıktır. "
Hacivat: " Sığır bana mı derler? Ben sığır falan değilim. "
Karagöz: " Sağır değilsin ama sığır olduğun muhakkak. "
Bana nasıl sığır dersin diyen Hacivat, Karagöz'ün yüzüne sert bir tokat vurur. Karagöz yere yuvarlanır, ayağa kalkar. Sol eli sol yanağının üstündedir.
Karagöz: " Aman Hacivat, bana vurdun. "
Hacivat: " Sen de dayak istedin durdun. "
Karagöz: " Zalim Hacivat, bana vurma. "
Hacivat: " Senin uçarken gördüğün telli turna. "
Karagöz: " Hamama gittim, yoktu boş kurna. "
Hacivat: " Ben seni bilirim, çalar durursun zurna. "
Karagöz: " De git Hacivat, alırım seni ayağımın altına. "
Hacivat: " O biraz zor, bugün üzüm şerbeti içtim. "
Karagöz: " Tarlada buğday, başak mı biçtin? "
Hacivat: " Karagözüm, bugün çok saçmaladın. "
Karagöz: " Hacivatım, seçmeyi bilemedin. "
Hacivat: " Yanlışta olan ben değilim, sensin Karagözüm. "
Karagöz: " Tepeni delerim, budur son sözüm. "
Hacivat: " Karagözüm, barış yapalım, sun bana bir salkım üzüm. "
Karagöz: " İki karış uzakta dur, bir bardak zıkkım çözüm. "
Hacivat: " Nasıl olur, bir bardak zıkkım çözüm? "
Karagöz: " İç zıkkımın kökünü, titrerken gör çözümü. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, zıkkım zehir olmasın? "
Karagöz: " Zehir, tehir olmasın, bardağa dolsun. "
Hacivat: " Dur Karagözüm, zehir bardağa dolmasın. "
Karagöz: " O zaman Hacivat sessiz kalsın. "
Hacivat: " Ağzıma fermuarı çektim, işte bak sustum. "

Yazan: Serdar Yıldırım

---------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GÜBRE
Hacivat Karagöz'ün evinin önünden geçerken, Karagöz pencereden Hacivat'ın üstüne atlar, boğuşmaya başlarlar. Yoldan geçen adamlar ikiliyi ayırırlar, bunlar sakinleşince adamlar gider. Yalnız kalınca Hacivat sorar: " Aman Karagözüm, bana neden saldırdın? Ben sana ne yaptım? "
Karagöz: " Şuna bak, bir de ne yaptım diye soruyor. "
Hacivat: " Söyle canım efendim, bir suçum varsa bileyim. "
Karagöz: " Cenabettin Bey yalıya bahçıvan arıyormuş. Zoti'yi göndermişsin. "
Hacivat: " Doğrudur. Zoti iyi bahçıvandır "
Karagöz: " Ben kötü bahçıvan mıyım? "
Hacivat: " Hayır, kötü bahçıvan değilsin. "
Karagöz: " O zaman beni gönderseydin. "
Hacivat: " Geçen defa seni gönderdiydim. Bahçedeki güllerin altına insan gübresi dökmüşsün. O kadar gül soldu. "
Karagöz: " Eee Cenabettin Bey geldi, Karagöz gülleri gübrele dedi. "
Hacivat: " Ama olmaz ki, insan gübresi dökülmez ki. "
Karagöz: " Ne gübresi dökülür? "
Hacivat: " Hayvan gübresi dökülür. "
Karagöz: " Kedi, köpek gübresi. "
Hacivat: " Olmaz. "
Karagöz: " Kuş, fare gübresi. "
Hacivat: " Olmaz Karagözüm, olmaz. "
Karagöz: " Bunlar hayvan değil mi? "
Hacivat: " Hayvan ama gübreleri bahçede kullanılmaz. "
Karagöz: " Kullanılırsa ne olur? "
Hacivat: " Topraktaki bitkiyi öldürür. Tarla, bahçe bozulur. "
Karagöz: " .... "
Hacivat: " Bir de Cenabettin Bey'i sokakta kovalamışsın. "
Karagöz: " Kovalarım tabi. Bana kızdı, bağırdı. "
Hacivat: " Kızar, bağırır. Yalının bahçesini tümden bitirdin. Bahçeyi temizletti, yeniden gül ektiriyor. "
Karagöz: " Keşke ben ekseydim gülleri. "
Hacivat: " Artık sana orası yasak. "
Karagöz: " Gülleri eksinler de sonra ben bakımını yaparım. "
Hacivat: " Karagözüm, söyle bakalım ne gübresi kullanırsın? "
Karagöz: " Sen söyle. "
Hacivat: " Ahır hayvanlarının gübresi. Say bakalım. "
Karagöz: " İnek, öküz gübresi. "
Hacivat: " Başka. "
Karagöz: " Boğa, tosun gübresi. "
Hacivat: " Başka. "
Karagöz: " At, eşek gübresi. "
Hacivat: " Başka, başka. "
Karagöz: " Koyun, keçi gübresi. "
Hacivat: " Değil mi ya? İşte bunları kullanmalısın? "
Karagöz: " Bak hepsini bildim. Zoti'yi kov, beni işe al. "
Hacivat: " Zoti'yi kovmam ama seni işe alırım. Yeni bir iş. "
Karagöz: " Yeni bir iş mi? Ne işi bu? "
Hacivat: " Yük taşıyacaksın. Sandık sandık domates. "
Karagöz: " Gündelik ne kadar? "
Hacivat: " Gündelikler hep aynı. Bu işin bir de ayrıcalığı var."
Karagöz: " Ayrıcalık mı? Neymiş o çabuk söyle. "
Hacivat: " İstediğin kadar domates yiyebilirsin. "
Karagöz: " İstediğim kadar mı? Desene yaşadım. Midem bayram edecek. "

Yazan: Serdar Yıldırım

-----------------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: MATİZ
Hacivat'ı gece uyku tutmaz. Sabah erkenden kalkar, giyinip dışarı çıkar. Karagöz'ün evinin kapısını çalar. Bir daha çalar. Karagöz uykulu gözlerle pencereye çıkar. Bakar kapıyı çalan Hacivat'tır: " Hacivat, sabahın seher vakti neden kapıyı çalarsın? " diye sorar.
Hacivat: " İn aşağı Karagözüm, yarenlik edelim. Ben söyleyeyim, sen dinle. Sen söyle ben dinleyeyim. "
Karagöz: " De git Hacivat, başka işin yok mu senin? Alırım ayağımın altına. "
Hacivat: " Gel aşağı Karagözüm, gece uyku tutmadı. "
Karagöz: " Seni uyku tutmadı ama benim uykumu kaçırdın. "
Hacivat: " Uykunu mu kaçırdım? Uykun nereye kaçtı? "
" Uykum sana kaçtı, " diyen Karagöz, pencereden Hacivat'ın üstüne atlar. Boğuşmaya başlarlar. Karagöz'ün elinden kurtulan Hacivat: " Dur Karagözüm, sana bir hesap sorusu sorayım, bilirsen hemen giderim. " der.
Karagöz: " Sor bakayım, benim hesabım kuvvetlidir. "
Hacivat: " İki iki daha kaç eder? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Yani ikiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Karagöz: " Kaç mı olur? İkiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Hacivat: " Tamam işte Karagözüm, ben sana soruyorum. İkiyle ikiyi topla kaç buldun? "
Karagöz: " İki iki daha şey eder. Ya Hacivat, bu soru kolay, daha zorunu sor. "
Hacivat: " Sen bunu bil, daha zorunu sorarım. "
Karagöz düşünürken, aradan zaman geçer. Sağa sola bakınıp bir kurtarıcı ararken, Tuzsuz Deli Bekir çıkagelir. Hacivat'tan çok Karagöz'le haşır neşirliği vardır: " Vay Karagöz, arpacık kumrusu gibi ne düşünürsün? Karadeniz'de gemilerin batamaz, kayığın olsa Marmara'da batardı. Bilmem anladın mı? "
Karagöz bu matizden oldum olası hoşlanmamıştır. Onun olduğu ortamda dut yemiş bülbüle döner. Matize korkuyla karışık saygı duyar. Her zaman, matizin belindeki bıçak olmasa ben bilirim yapacağımı, der. Ama ufaktan da olsa racon kesmeden duramaz: " Ya matiz, Hacivat beni gece rüyasında görmüş. Sabah erkenden kapıma üşüştü. Soru soracağım, dedi. Şimdi sen söyle: İki iki daha kaç eder, ben bilemem mi? "
Matiz: " Bilemezsin. Bilirsen seni sokak sokak sırtımda gezdiririm. " Der ve belinden bıçağını çıkarır, aha bak şuraya yazıyorum, diyerek çömelip toprağı eşeler.
Bunun üzerine Karagöz sadece küçük değil, büyük dilini de yutar. Sus pus olur ve gözlerini aşağı indirir. İçinden, matiz geldi, beni Hacivat'ın elinden kurtardı ama rezil etmese bari, diye düşünür.
Karagöz'ün süngüsünün düştüğünü gören matiz Hacivat'a döner: "Bak Hacivat, ben ilk mektebin birinci sınıfına giderken, sınıfın en tembeliydim. Arap hoca bize dua öğretirdi. Evde kitaptan iyice çalışın, ezberleyin, gelin. İşte şu, şu duaları okutucam, derdi. Ben evde tastamam duaları ezberlerdim ama Arap hoca karşıma dikilince duaları unutuverirdim. Bana kızardı, bağırırdı. Senenin ortasına doğru bu Karagöz bizim sınıfa geldi. Arap hoca beni bıraktı, buna yöneldi. Karagöz araptan çok azar işitti. Üçe gitmedi. Daha sonra başka mahalleye taşındılar, bu da araptan kurtuldu. Arap hoca tekrar bana döndü. Bir sene sonra ben de araptan kurtuldum, dörde gitmedim. "
Matiz derin bir iç geçirir, hal ve gidiş böyle Hacivat kardeş. Haydi, kalın sağlıcakla, der ve yürüyüp gider. Karagöz ile Hacivat ise, az sonra selamlaşıp dostça ayrışırlar.

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------------------------------------


KARAGÖZ İLE HACİVAT: ZAMAN MAKİNESİ
Karagöz bir gün hızlı adımlarla evinden çıkar ve Hacivat'ın evine doğru yürümeye başlar. Karagöz çok hırslıdır, gözü hiçbir şeyi görmez. Kendisini tanıyıp, selam verenlere bile eyvallah etmez. Hışımla gelip, Hacivat'ın evinin kapısını çalar. Hacivat kapıyı açar:
" Yavaş ol Karagözüm, kapıyı kıracaksın! Tokmağı görmez misin? Tekmeyle kapı çalınır mı? Evi yıkacaksın. Benden korkmaz mısın? "
" Kes! Senden korkmam. Sen benden korkar mısın? "
" Aman Karagözüm, korkarım. Yeter ki, evimi başıma yıkma."
" Hemen gel, benim evin bahçesine. Hani diyordun ya yüz sene sonra ne seni ne beni kimse bilmez, hatırlamaz. Onun sağlamasını yapacağız. Bakalım doğru mu? "
" Hah hah ha. Aman Karagözüm. Bırak yüz seneyi, elli altmış sene sonra bile insanlar bizi hatırlamaz. Suya yazılan yazı gibi, ağızdan söz uçup gider. Kim Hacivat diye, kim Karagöz diye, kim beni ana, kim seni bile. "
" Kes! Çekerim senin kulaklarını. Kapa kapını, düş peşime. "
Gerisin geriye dönüp uzaklaşan Karagöz'ün ardından, Hacivat koşarak zor yetişir: " Karagözüm, nedir benimle derdin? Ben öylesine şakacıktan söylemişimdir. Sen esas mı sanırsın? "
" Artık iş çığırından çıktı. Sen şakacıktan konuşmadın, ben de esas sandım. Elli altmış sene değil, altı yüz altmış sene sonrasına gideceğiz ve o zamanın insanına bizi soracağız. Ey ademoğlu, Karagöz ile Hacivat'ı bilir misin, diyeceğiz. Yüz kişiden bir kişi bile tanımayan çıkarsa, ben süpürge olayım, yolları süpüreyim. "

Karagöz daha sonra Hacivat'ı evinin bahçesine götürür ve kendi icadı zaman makinesini gösterir: " Bak Hacivat, bu benim yaptığım zaman makinesi. İkimiz buna binip geleceğe gideceğiz. Bakalım Bursa ve Pınarbaşı Meydanı nasılmış? Kaç yüz sene sonra insanlar nasılmış? Bütün bunları öğreneceğiz. "
" Aman Karagözüm, bu ne böyle? Tahtadan, tenekeden bir odacık yapmışsın. Ama bunun tekerlekleri yok. Tekerlekleri olsa bile hani at, hani eşek. Bunu ne çekip götürecek? "
" Kes! Zırıltıyı bırak! Tekerleğe ihtiyaç yok, çünkü yürümeyecek. Bu makine zaman içinde süzülecek. Süzülerek zamandan hızlı gidecek ve zamanın önüne geçecek. İstediğim yerde duracak ve o zamanda kalacak. Biz de makineden çıkıp geleceği göreceğiz, yaşayacağız. "
"Neler diyorsun, Karagözüm? Söylediklerinin yarısını anlamadım. İddianı ispat et, benden sana bir tepsi cevizli baklava hediye. "
Bunun üzerine Karagöz: " Bir tepsi cevizli baklava mı? Desene ağzım tatlanacak," dedikten sonra zaman makinesinin kapısını açar ve haydi bakalım Hacivat, gir içeri, der.
Hacivat içeri girip sandalyeye oturur. Karagöz de diğer sandalyeye oturup kapıyı kapatır. Ayaklarıyla bisiklet pedalına benzer bir tür pedalı çevirmeye başlar. Aracın etrafını bir zaman bulutu kümesi kaplar. Karagöz, Bursa Pınarbaşı Meydanı diye bağırır ve pedalı altı yüz altmış defa çevirdikten sonra bırakır. Biraz sonra araç Pınarbaşı Meydanı'nda belirir. Karagöz ile Hacivat araçtan çıkarlar.

Sene 2011. Aralık ayının yirmi dördü. Karagöz ile Hacivat'ı meydanın ortasında gören insanlar, onların başına toplanırlar. Bir çocuk sevinçle koşarak yanlarına gelir ve geride kalan annesine bağırır: " Anne, koş bak, Karagöz'le Hacivat. "
Adamlar, kadınlar, çocuklar, Karagöz ile Hacivat'ın etrafını sarar. Duyan gelir, gören gelir. Ortalık kalabalıklaşır. Karagöz nasılsın? Hacivat nasılsın? diye hal-hatır soranlar çoğunluktadır. Sizleri çok seviyoruz, diyenler vardır. Karagöz atıp tutturmuş olmanın gönül rahatlığı içinde Hacivat'tan yana döner: " Hani Hacivat, kimse bizi tanımazdı? Ne oldu, gıkın çıkmıyor? Çamura oturdun mu şimdi? "
" Ne desem bilmem ki, Karagözüm. Şaşırdım kaldım. İnsanlar bunca sene sonra bile beni tanıdılar ya, eee ben de az değilim hani, tanımasalardı şaşardım. "
" Vay Hacivat, fırıldak olmuş dönüyorsun! Yaptığın laf kalabalığı. İnsanlar seni tanıdılar ama ben varım diye seni tanıdılar. Ben olmasam, seni kim bilecek? Önce benim adım anılıyor. Ben başroldeyim, sen fagüransın. "
" Hah hah ha. Ona fagüran değil, figüran derler. "
" Ha fagüran, ha fegüran, ne fark eder? Doğrusunu kim bilebilir ki? "

Serdar Yıldırım da, ilk andan itibaren Karagöz ile Hacivat'ın yanındaydı. Onların konuşmalarına kulak müşterisi olmuştu. Karagöz'ün konuşmasından imla, kelime, söyleyiş hatalarını cımbızla çekip alarak, diliyle şekillendirip, doğrusunu söyleyen Hacivat, Serdar'ın bilerek yaptığı hatayı cımbızladı: " Oğlum, yazıyorsun bari doğrusunu yaz. Ona kulak müşterisi değil, kulak misafiri denir. "
Aynı anda kadının biri, yanındaki kadına şöyle demektedir: " Üniversiteli gençler galiba. Çok güzel rol yapıyorlar. Tıpkısının aynısı Karagöz ile Hacivat bunlar. "
" Doğru kardeş, belli tiyatro eğitimi almışlar. Böyle gerçekmiş gibi rol yapan tiyatrocu az bulunur. Broadway yıldızları, bunlara bir bardak su veremez. "
Üniversiteli gençler galiba, diyen kadının on yaşındaki oğlu annesinin dediklerine katılmıyordu. Annesi, çok güzel rol yapıyorlar, demişti. Bakın bu doğru olabilirdi. Dünya bir sahnedir dersek, onlar başroldeki aktörlerden ikisiydi. Dünya sahnesine çeşitli devirlerde, çeşitli oyuncular önderlik etmişti. Önderler, liderlik pozisyonlarını hiçbir zaman kaybetmezler ve yüzyıllar sonra bile, bu özelliklerini sürdürürlerdi. Önemli olan, iyilikleriyle, artı değerleriyle hatırlanmaktı. İşte Karagöz ile Hacivat: Bu ikiliye kötüdür, fenadır demek kimsenin aklına gelmezdi. Her tip insan için, biçilmiş kaftandılar. Korkunç zordur, herkes tarafından beğenilmek, takdir edilmek.
Annesi son olarak, tıpkısının aynısı, Karagöz ile Hacivat sanki bunlar, demişti. Sankiyi aradan çıkartırsak, geriye ne kalır? Gerçekten bunlar Karagöz ile Hacivat olabilir miydi? Çocuk, annesinin elinden kurtulup, Karagöz'ün ağzıyla boğazı arasındaki yeri yani sakalını tutup çekiştirdi. Sakal sağlamdı, tutanın elinde kalmıyordu.
Çocuk: " Anne, Karagöz'ün sakalı takma değil, " dedi ve diğer eliyle Hacivat'ın sakalını çekiştirdi. " Bak anne, Hacivat'ın sakalı da takma değil. Bunlar gerçekten Karagöz ile Hacivat, " dediyse de annesinin çatılmış kaşlarıyla karşılaşınca sustu.

Serdar daha sonra Karagöz ile Hacivat'ı kalabalıktan kurtararak Muradiye semtine götürdü. Oradan Çekirge semtine inecekler ve ikiliye türbelerini ziyaret ettirecekti. Yolda Serdar, şu internet kafeye girelim de resimlerinizi görelim ve hayat hikayenizi okuyalım, dedi.
Bunun üzerine Karagöz: " İnternet kafe mi? Ne interneti, ne kafesi? Güvercin kafesi filan gibi mi? "
Serdar: " Hayır, güvercin değil, tavşan kafesi. Suya yazı yazarsın kalmaz ya internette havaya yazıyorsun kalıyor. Cep telefonunla resim çek, koy siteye, foruma, aylar sonra bile silinmez, bozulmaz. "
Hacivat: " Cep telefonu mu? O da ne ki? "
Serdar cebinden telefonunu çıkararak: " İşte bu. Sende de bundan bir tane olsun, ben burada sen Uludağ'da rahatça konuşup anlaşırız. "
" Hiç o kadar uzaktaki iki insan birbiriyle konuşabilir miymiş " diyen Karagöz, Serdar'ın üstüne yürüdü. Serdar kaçtı, Karagöz kovaladı. Az sonra yorulan Karagöz, Serdar'ın peşini bırakıp bir kenara oturdu ve Hacivat'ın gelmesini beklemeye başladı.
Karagöz çabuk sinirlenmişti ama siniri hemen geçti. Karagöz ile Hacivat kafede resimlerini görünce gururlandılar, hayat hikayeleri okununca duygulandılar. Hayat hikayelerinin son bölümünü okumadan geçen Serdar müthiş ikiliyi hala hayatta olduklarına inandırdı ve türbe ziyaretini kara listeye aldı. Onlara tarihsel ve teknolojik bilgi verdi.

Serdar daha sonra Karagöz ile Hacivat'ı kapalı çarşıya götürdü ama onları oradaki izdihamda kaybetti. Ertesi gün Pınarbaşı'na giden Serdar zaman makinesini göremedi. Araç ortada yoktu. Karagöz ile Hacivat zaman makinesine binip gitmişler miydi? Yoksa belediye bu nedir deyip aracı çöpe mi atmıştı? Belediye aracı çöpe atmış olsa bile Karagöz ile Hacivat'ı da çöpe atacak hali yoktu. Serdar, Bursa sokaklarında çok aramasına karşın, onların izini bulamadı. Üzüntüsü doruğa çıkmıştı ki, bu hikayeyi yazıp rahatladı. Bu hikayenin Karagöz ile Hacivat'ın hatırlanması, akıllara düşmesi açısından yararlı olacağını düşündü.

SON

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2022, 20:06
KARAGÖZ İLE HACİVAT: İŞKEMBE ÇORBASI
Hacivat evden çıkar, bir koşu gidip Karagöz'ün evinin kapısını çalar. Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: " Karagözüm, koş, hanım işkembe çorbası pişirdi. "
Karagöz: " Hanım işkence çorbası mı pişirdi? "
Hacivat: " İşkencenin çorbası mı olurmuş? İşkembe çorbası: Bol sirkeli, sarımsaklı. "
Karagöz: " Beni evine götürüp işkence mi yapacaksın? "
Hacivat: " Aman Karagözüm, ne işkencesi? Seni çorba içmeye çağırdım. "
Karagöz: " Demek bana işkence yapmaya kararlısın? Seni kolculara söyleyeyim de falakaya yatırsınlar. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, etme eyleme. Beni kolculara teslim etme. "
Karagöz: " Sakın buradan ayrılma. Tabanlarına on sopa ye de aklın başına gelsin. "
Karagöz gidince Hacivat evine döner ve samanlığa saklanır. Karagöz ile kolcular, biraz aradıktan sonra, Hacivat'ı samanlıkta bulur. 1. kolcu Karagöz'e sorar: " Bu sana ne yaptı? "
Karagöz: " Beni evine çağırdı. İşkence yapacakmış. Sonra da pişirip çorbamı içecekmiş. On sopa vurun da akıllansın. "
2. kolcu: " Yüz sopa vuralım "
1. kolcu: " O kadarı fazla. Elli sopa yeter. "
Çaresiz kalan Hacivat, Karagöz'ün boynuna sarılır: "Aman Karagözüm, sen büyüksün. Suçum azdır. On sopa yeter. "
Karagöz'ün demesiyle kolcular on sopa vurup gider. Karagöz Hacivat'ı ayağa kaldırır, sırtına biner, çevrede dolaştırır. Böyle yapmasının sebebi, Hacivat'ın tabanlarının şişmesini önlemektir. Yoksa Hacivat yürüyemez hale gelirdi.
Karagöz'den ayrıldıktan sonra Hacivat ağır aksak evine doğru giderken, düşüncelere dalar: " Söylediklerimi yanlış anlayan Karagöz'e mi kızsam, beni dinlemek zahmetine katlanmayan kolculara mı kızsam bilemedim. Belki her üçüne kızmak daha doğru. Bu dünyada niye böyle haksızlıklar, adaletsizlikler olur, onu da çözemedim. Gel de isyan etme. "

-----------------------------------------------------------------
KARAGÖZ'ÜN KARGASI
Karagöz: " Hacivat, bak karga aldım. "
Hacivat: " Ne? Karga mı? Ne kargası? "
Karagöz: " Karga kargası. Nasıl şaşırdın ama? "
Hacivat: " Çok şaşırdım! Aman Karagözüm, nereden aldın bunu? "
Karagöz: " Pazardan. "
Hacivat: " Pazardan mı? Kaça aldın? "
Karagöz: " Dört akçeye. "
Hacivat: " Nee? Dört akçe mi? "
Karagöz: " Evet, dört akçe. "
Hacivat: " Sen ne yaptın Karagözüm? Hiç bu karga dört akçe eder mi? "
Karagöz: " Etmez mi? Ya kaç akçe eder? "
Hacivat: " Bırak dördü, üçü, ikiyi, bir akçe etmez. "
Karga söze karışır: " Bir akçe etmez miyim? Karagöz kim bu ya? "
Karagöz: " Hacivat, çok iyi arkadaşımdır. "
Karga, Karagöz'ün kolundadır. Hacivat'tan yana döner. Sesi tok, duruşu ciddidir. Sert bakar. Hacivat bir adım geriler.
Karga: " Senin adın Hacivat mı? "
Hacivat: " Evet Hacivat. "
Karga: " Nerelisin? "
Hacivat: " Buralı."
Karga: " Burası neresi? "
Hacivat: " Şey, yani Bursa. "
Karga: " Bursa'nın adı ne zamandan beri şey yani Bursa oldu? "
Hacivat söyleyecek söz bulamaz. Renkten renge girer. Başını hafifçe öne eğer. Gözlerini kısar. Karagöz'den yana döner. Bakışları, imdat, beni bu kargadan kurtar, Karagöz, der gibidir. Karagöz durumu hemen kavrar. Hacivat'ın süngüsü düşmüştür. Bu bulunmaz fırsatı değerlendirir: " Hacivat korktu. Karga, parçala onu. " diye bağırır.
Karga: " Sen sus Karagöz, " der. Karagöz susar. Gözlerini kapatır. Bir imparatorluğun çöküşünü dinlemek için, kulaklarını on altı açar.
Karga, Hacivat'a döner: " Seni kanatsız, tüysüz yaratık seni. Kendini ne sanıyorsun? Beni dört akçeye Karagöz aldı. Sen kendini pazarda sat bakalım. Bırak akçeyi kuruş veren olmaz. Yolarım sakallarını sonra sokağa çıkamazsın. "
Bunun üzerine Hacivat bir kaçış kaçar ki sormayın.
Aradan günler geçer. Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat sorar: " Vay Karagöz, karga yok mu? "
Karagöz: " Yok. Sattım kargayı kurtuldum. Ne belaymış be. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, bela dedin. Sana ne yaptı bu karga? "
Karagöz: " Ne yapmadı kİ? Geçen gece sabaha kadar uyutmadı. Hayatını anlattı. 200 yaşındaymış. Dünyanın pek çok yerini gezmiş, dolaşmış. Saraylarda yaşamış. Krallarla, prenslerle dost olmuş. Gençliğinde göklerin hakimiymiş. Kartallar, bundan korkarmış. Daha neler, neler.. Sabah olunca yarı uykuluyum ya, sus da biraz uyuyayım, dedim. Sen misin bunu bana diyen. Bana bir daldı. Yere yıktı. Kanatlarıyla vurdu, gagaladı. Ama elinden kurtuldum. Pencereden atlayıp kaçtım. Sokaklarda uzun süre dolaştım. Ağaçlık bir alan gördüm. Oraya girip saklandım. Kendimce hafiften söyleniyordum. Karagöz, ne vızırdayıp duruyorsun, diyen bir ses duydum. Kafamı kaldırıp baktım. Ağacın dalında karga? Ağzım açık bakakaldım. Karga, beni pazara götür, on akçeye sat, dedi. Onu pazarda on akçeye sattım. Bu işten epey karlı çıktım. "
Hacivat: " Desene bu kargadan ben ucuz kurtulmuşum.. Kargayı kim aldı? "
Karagöz: " Kilimci Ahmet. Beni yerlerde sürükleyen karga kilimciyi ne yapar? "
Hacivat: " Halı gibi dokur. Dörde böler, on ikiyle çarpar. "
Karagöz: " Hal ve gidiş böyle. Bana güle güle " der. Böylelikle iki arkadaş evlerine gitmek üzere birbirinden ayrılırlar.

---------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: KABAK PİŞTİ, TABAĞA DÜŞTÜ
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: " Aman Karagözüm, ben de seni arıyordum. "
Karagöz: " Buldun işte ne olacak? "
Hacivat: " Hanım evde kabak pişirdi, bir tabak kap da gel. "
Karagöz: " Senin hanım tabak mı pişirdi? "
Hacivat: " Tabak değil, kabak pişirdi. "
Karagöz: " Tamam gelirim. "
Hacivat geri dönüp giderken, Karagöz arkasından söylenir: " Hanımı evde tabak pişirmiş. Ben evden kabak getirecekmişim. Pişmiş tabağı kabağın içine koyacakmışım. Şu Hacivat hekime bir uğrasa iyi olacak. "

--------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: DOST ACI SÖYLER
Karagöz: " Hacivat, biz eski dostuz, değil mi? "
Hacivat: " Aman Karagözüm, tabi ki eski dostuz. "
Karagöz: " Mesela ne kadar eski? "
Hacivat: " Çok eski. Yılları üst üste toplamak zaman alır. "
Karagöz: " Dost acı söylermiş, doğru mu? "
Hacivat: " Doğrudur. Yanlışta olan dostuna acı söylersin. Onu uyarırsın. "
Karagöz: " Gel o zaman şu kebapçıya girelim. Bana acı söyle. "
Hacivat: " Karagözüm, neden acı söyleyeyim? Yanlışa düşmedin ki. Acı konuşamam. "
Karagöz: " Bre Hacivat, acılı Adana söyle. "
Hacivat: " Ha şu mesele. Olur söylerim. Benim dostumsan sen de bana bir acılı söylersin. "
Karagöz: " Söyledim gitti ama hesabı ödemen şartıyla. "
Hacivat: " Olur Karagözüm, hesabı ben öderim. "

----------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: HERKÜL
Hacivat kurbanlık koyun seçmektedir:
" Karagözüm gel, şu koyunu kucakla. Bakalım elli okka çeker mi? "
Karagöz koyunu kaldıramaz. Etrafına toplananların bakışlarından etkilenir ve başını öne eğer.
Hacivat böyle bir fırsatı kaçırmaz: " Yazık sana Karagözüm, bir koyunu kaldıramadın. Oysa bu alanda bir tosunu kaldırdığına ben şahidim. "
Karagöz başını kaldırır, derin bir iç geçirir: " Doğru o zaman yirmi beş yaşındaydım. Herkes bana herkül demişti. "
Hacivat: " Şimdi yaşın elli oldu. Herkülün heri gitmiş, külü kalmış. Bir yirmi beş yıl sonra külün de kalmaz. "
Seyredenlerden gülenler olunca Karagöz Hacivat'ın alay ettiğini anlar. Hacivat'ın üstüne hamle yapar. Yakasından yakalar. Hacivat gömleğini çıkarıp, Karagöz'ün elinden kurtulur ve kaçmaya başlar. Karagöz Hacivat'ı kovalar ancak yakalayamaz.

------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: DEVE ÇORBASI
Hacivat: " Karagözüm, yanında torba var mı? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Torba, torba. Şuradan biraz ot yolalım. "
Karagöz: " Sabah içtiğim mercimek çorbası. "
Hacivat: " Çorba değil, torba dedim. "
Karagöz: " İşkembe çorbası, yayla çorbası. "
Hacivat: " ? "
Karagöz: " Tavuk çorbası, deve çorbası. "
Hacivat: " Ötekiler neyse de deve çorbası ne alaka? "
Karagöz: " Deveyi yatırırsın falakaya. "
Hacivat: " Hani deve nerede? "
İşte diyen Karagöz hamle yapınca Hacivat kaçar. Arkasından koşan Karagöz, dur kaçma, elli sopa hediyem olsun, diye bağırır.

-------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: BİR KÜP ALTIN
Karagöz kuyu açmak için, bahçeyi kazarken bir küp altın bulur. Çok sevinir. Bir saat sonra Bursa'da Karagöz'ün altın bulduğunu duymayan kalmaz. Halk, kapının önünde uzun kuyruklar oluşturur. Karagöz sıradan gelene on altın verir. Altınlar giderek azalmaya başlar. Hacivat Karagöz'ün altın bulduğunu ama bu altınları dağıttığını duyunca soluğu Karagöz'ün yanında alır.
Hacivat: " Aman Karagözüm, altın bulmuşsun, iyi, güzel de bulduğun altınları neden dağıtıyorsun? "
Karagöz: " Altınların yarısı bana yeter. Diğer yarısı fakir fukaranın. Onlar da sevinsin. "
Hacivat: " Karagözüm, sen ne kadar altın buldun? "
Karagöz: " Bir küp altın. Küp benim boyumdan daha uzun. "
Hacivat: " Fakir fukaranın diyorsun da kalabalık arasında servet sahibi çok zengin gördüm. Bunların içinde sabahtan beri üç dört defa kuyruğa girenler varmış. Elbise değiştirip tekrar kuyruğa girerlermiş. "
Karagöz: " Vay köftehorlar? Boşuna değil şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirip bakışlarını kaçıranlar vardı. "
Hacivat: " Bu zenginler daha zengin olursa halkı çok fazla ezer. Zenginleri şımartma. Dağıtımı kes. Kalan altınları sayalım. Kendine yetecek kadarını ayır gerisini yarın ben senin yanında gerçek ihtiyaç sahiplerine veririm. "
Karagöz: " Tamam Hacivat, dediğin olsun. "
Karagöz halktan yana dönerek, bugünlük dağıtım bitti. Yarın altınları Hacivat dağıtacak deyince homurtular artar, kalabalık dağılır.
Hacivat Karagöz ile birlikte bahçeye çıkar. Karagöz küpte kalan iki avuç altını Hacivat'a verir ve başka altın kalmadığını söyler. Hacivat düşer, bayılır. Daha sonra ayılan Hacivat, bu altınları da dağıtır korkusuyla Karagöz'ün verdiği altınlarla birlikte evinin yolunu tutar.
Ertesi sabah küpteki altınların sıfırlandığını duyanlar, Karagöz'ün evinin önünden uzaklaşır. Karagöz bakkala peynir, ekmek almak için gider ama borç bini aştı, dün neden ödemedin borcunu diyen bakkal veresiyeyi kestiğini söyler. Karagöz başı önde evine döner.
Daha ertesi sabah Hacivat eve gelir. Karagöz üzgündür. Keşke altınları dağıtmasaydım, seni çağırsaydım. Böyle aç- susuz kalmazdım, der.
Hacivat: " Yani artık akıllandın. "
Karagöz: " Akıllandım ama gitti altınlar, tükendi. "
Hacivat, Karagöz'ün verdiği altınları çıkarır. Altınlar tükenmedi Karagözüm, bunlar bana verdiğin altınlar. Al, hepsi senin der ve altınları verir. Karagöz altınları alır ve gözlerinden iki damla yaş akar. Hacivat'a sıkıca sarılır. İşte gerçek dost böyle olur, der.
Hacivat: " Bir küp altın daha bulsan yine dağıtır mısın? " diye sorar.
Bunun üzerine Karagöz: " Bir daha yanlışa düşmem. Kimseye haber vermem. Altınları bozdurur harcarım. " der.

-----------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: ÜZÜM ÜZÜME BAKAR
Karagöz: " Sana bir atasözü söyleyeyim, Hacivat. "
Hacivat: " Söyle bakalım Karagözüm. "
Karagöz: " Üzüm üzüme baka baka conki. "
Hacivat: " Bu ne biçim atasözü? "
Karagöz: " Yanlış mı söyledim. "
Hacivat: " Tabi yanlış söyledin. "
Karagöz: " Üzüm üzüme baka baka Karagöz. "
Hacivat: " Yine yanlış. "
Karagöz: " Neresi yanlış. "
Hacivat: " Sonu yanlış. Atasözünde adının işi ne? "
Karagöz: " Karalı bir şey vardı sonunda. "
Hacivat: " Doğru. Üzüm üzüme baka baka kara.. "
Karagöz: " Buldum. Kara kara. "
Hacivat: " Hayır. "
Karagöz: " Karabiber. "
Hacivat: " Olmaz. "
Karagöz: " Belki şöyle olur. Ben kendi aklıma göre söylesem. "
Hacivat: " Söyle bakalım. "
Karagöz: " Hacivat Karagöz'e baka baka Karagöz. "
Hacivat: " Hayda? Bu ne demek? "
Karagöz: " Yani sen bana baka baka Karagöz oldun. "
Hacivat: " Ben Karagöz olduysam sen de bana bakarak Hacivat oldun. "
Karagöz: " O zaman gel yer değiştirelim. Ben oraya sen buraya. "
Hacivat: " Şimdi ne oldu? "
Karagöz: " Ben Hacivat oldum, sen Karagöz. "
Hacivat: " Öyle olsun. Senin sohbetine doyulmaz. Bir yere uğramam gerek. Sonra görüşürüz. "
Kendini Hacivat zanneden Karagöz Hacivat'ın evine gider. Kapıyı çalar. Kapıyı açan Hacivat'ın hanımına ben Hacivat oldum der ve içeri girmeye kalkar. Hacivat'ın hanımı, seni kendini bilmez, diye bağırır ve mutfaktan kaptığı oklavayla Karagöz'ün kafasına vurur. Aklı başına gelen Karagöz kaçıp gider.
Akşamüstü eve gelen Hacivat'a hanımı olanları anlatır. Hacivat ise, bugün Karagöz'le konuştuklarını nakleder. Karagöz'ün ikisi arasındaki konuşmaların etkisinde kaldığını söyler. Böylelikle Karagöz evleri şaşırıp bizim eve gelmiş, der.
Hacivat'ın Hanımı: " Şu senin gözü kara başka birinin daha evine girmeye kalkmasın? "
Hacivat: " Yok daha neler? Dersini almış. Karagöz aynı yanlışa iki kere düşmez. "

-----------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: İNEGÖL'E ON İŞÇİ
Hacivat: " Haydi, son bir kişi araba kalkıyor. Vay Karagözüm, hoş geldin. Araba kalkıyor. "
Karagöz: " Hı. "
Hacivat: " At arabası kalkıyor. İşçi gideceksin. İnegöl'e patates toplamaya. "
Karagöz: " Dişim ağrımıyor ki, İnegöl'e dişçiye niye gideyim? "
Hacivat: " Dişçiye değil, işçi gideceksin. "
Karagöz: " Piştide çok iyiyimdir. Geçen gün nasıl seni kahvede yenmiştim. Herkesin içinde ağlamıştın. "
Hacivat: " Ah Karagözüm, benim ağlamam yenildim diye değil. "
Karagöz: " O zaman neden ağladın? "
Hacivat: " Benim aldığım sayıları kendine yazmışsın. Senin zavallı haline acıdım da ağladım. "
Karagöz: " Doğru, yenilince zavallı durumuna düşmüştün. Bak ısrar etme yine ağlatırım seni. "
Bir işçi gelir, araba dolar ve gider. İkinci bir at arabası gelir, kenara yanaşır.
Hacivat: " Haydi, İnegöl'e on işçi. Günübirlik iş. Gündelik iki akçe. "
Karagöz: " Az önce kalkan araba nereye gitti, Hacivat? "
Hacivat: " İnegöl'e gitti. Patatese. Gündelik iki akçe. Çalışan kazanır. "
Karagöz: " Yazıklar olsun sana Hacivat. Bana neden söylemedin? O paraya ihtiyacım vardı. "
Hacivat: " Aha? Söyledim ya. Son bir kişi dedim. İnegöl'e patates toplamaya dedim. İşçi gideceksin dedim. "
Karagöz: " Öyle söylemedin. Dişçiyle, piştiyle kandırdın beni. "
Hacivat: " Dur Karagözüm, bu arabaya bin. Aynı yer, aynı iş. Atları biraz kırbaçlarsınız, onlardan önce varırsınız. "
" Demek beni adamlara kırbaçlatacaksın? Bir daha seninle konuşursam iki olsun, " diye yürüyüp giden Karagöz'ün arkasından Hacivat bakakalır.

----------------------------------------------------------------------------
EN AKILLI KARAGÖZ
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: " Karagözüm, bal almak ister misin? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Şu köşede bal satıyorlar. Kilosu dört akçe. Al istersen. "
Karagöz: " Zaten eskiden beri benim hayalim. "
Hacivat: " Hayalin mi? Ne hayali? "
Karagöz: " Sal satıyorlar dedin ya. Bir sal alıp dünya turuna çıkmak. "
Hacivat: " Sal değil, bal satıyorlar. Hey koca kafalı, sağır kulaklı. "
Karagöz: " Doldururdum çoluk çocuğu sala, kürek çeker, okyanusa ulaşırdım. "
Hacivat: " Okyanusu bırak, herkes bal alıyor. "
Karagöz: " Herkes fal bakar ama kimse benim gibi fal bakamaz. "
Hacivat: " ... "
Karagöz: " Geçen gün kahve falıma baktım. İyi yerdeydim. "
Hacivat: " Nasıl yani? "
Karagöz: " Çıkmışım kavağın ucuna, yukarıdan akıl dağıtıyorlar. Ben yüksekteyim ya en çok aklı ben aldım. "
Hacivat: " Sorması ayıp olmasın, ne yaptın o akılları? "
Karagöz: " Kaybolmasın diye beynime doldurdum. "
Hacivat: " Senin beynin akıl dolu da, sen çok akıllısın da ben mi fark edemedim? "
Karagöz: " Boşuna akıllıyım deme Hacivat, akıl dağıtılırken sen orada yoktun. "

------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: MANDA
Hacivat: " Karagözüm, sana bir bilmece sorayım da bil. "
Karagöz: " Sor bakalım ama kolay olsun. "
Hacivat: " Canı kaymak isteyen, neyi yanında taşır? "
Karagöz: " Parayı yanında taşır. "
Hacivat: " Olmaz. "
Karagöz: " Parasız kaymak nasıl alacak? "
Hacivat: " Bilmeceyi sulandırma. Olmaz dedim. "
Karagöz: " Süthaneyi yanında taşır. "
Hacivat: " Olmaz. "
Karagöz: " Mandırayı yanında taşır. "
Hacivat: " Olmaz Karagözüm, olmaz. Bu şey bir hayvan. "
Karagöz: " Hayvan mı? "
Hacivat: " Evet, büyükbaş bir hayvan. "
Karagöz: " Buldum. Fil. "
Hacivat: " Fil değil. "
Karagöz: " Filin de sütü var. Sütünden kaymak olmaz mı? "
Hacivat: " Karıştırma şimdi fili. Bu bir ahır hayvanı. Çamura yatmayı çok sever. "
Karagöz: " Çamur hayvanı. "
Hacivat: " ... "
Karagöz: " Hayvan çamuru. "
Hacivat: " ... "
Karagöz: " Tamam buldum. Öküz. "
Hacivat: " Öküzün sütü nerede? "
Karagöz: " O zaman inek. "
Hacivat: " İnek benzeri, manda gibi. "
Karagöz: " Şimdi aklıma geldi: Manda. "
Hacivat: " Doğru Karagözüm, bildin. "
Karagöz: " Bilirim tabi. Benim adım Karagöz. Her sorunun cevabını şıp diye bilirim. "

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
20 Mart 2023, 17:39
ULUDAĞ TARZANI AHMET
Bursa Hayvanat Bahçesi'nde çalışmakta olan Kemal dürbünüyle Uludağ'ı gözlemliyordu. Kemal birden irkildi. Gördüğüne inanamadı. Ağaçlar arasında bir boşluk vardı ve orada ağaç yoktu. Halbuki geçen gün orası ağaç doluydu. Dürbününü sağa doğru kaydırdı. Birtakım adamlar, ellerinde baltaları ağaç kesiyordu. Yutkundu. Sağ yumruğunu salladı: " Benim adım Kemal, ben size orada ağaç kestirmem, " diye söylendi. Yan taraftaki tel örgülerin arkasında duran arkadaşı Hayri'ye seslendi: " Hayri, Uludağ'da ağaçları kesiyorlar. Fırla koş, Uludağ Tarzanı Ahmet'e git. Tarzan, bu kesimi engeller. "
Hayri: " Bunlar bir fidan dikmişler mi, ağaçları kesiyorlar? İnsan olmanın erdemine ulaşamamışlar sanırım. Geri zekalılar, " dedi ve tel örgülerin üstünden atladı. Hedefi Uludağ'dı ve Tarzan'ı bulmalıydı. Tarzan bu işin üstesinden gelirdi.
Hayri, Tarzan'ı buldu. Olanları öğrenen Tarzan çok kızdı ve şunları söyledi: " Dededen, babadan kalan ağaçları, sen de çocuğuna, torununa ulaştır. Ağaçlar kesilirse, soluduğumuz hava kirli olur ve çeşitli hastalıklara yakalanırız. Ağaçları kesmeyip korumak lazım. Boş arazilere fidan dikmemiz gerekir. "

Tarzan şimşek hızıyla harekete geçti ve ağaç katliamına dur dedi. Toprağa bağımlı yaşayan, kaçamayan, kendini kollayamayan, var olmaktaki amaçları canlılara yaşam sunmak olan ağaçlar sevindiler. Nihayet onlara arka çıkan biri olmuştu. Tarzan'ın gelmesiyle ağaç kesmeyi bırakıp baltalarını yere atan adamlardan biri şöyle dedi: " Tarzan, bu bizim ekmek kapımız. Ne kadar çok ağaç kesersek, o kadar çok para kazanıyoruz. "
Bir başkası ise, şöyle dedi: " Ya bırak Tarzan, kırp gözünü görmezden gel. Görmezsen bizi, görürüz seni. Şu yüz lirayı al, bozdur bozdur harca. "
Tarzan: " Arkadaşlar, öncelikle bu sizin ekmek kapınız değil. Gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Gidin başka iş bulun. Şu yaptığınız iş sayılmaz, kazandığınızın bereketi olmaz. Yer yer doymazsınız, hiç bir zaman mutlu olmazsınız. Bir ağaç kesen bir baş keser, o ağacı kesen el taş kesilir. "

Uludağ Tarzanı Ahmet'in gür sesi ve kararlı konuşması başları öne eğdirdi. Zaten ağaç kesen adamlar inanmadıkları şeyler söylüyorlardı. Tam gidiyorlardı ki, onları buraya getiren, bir ağacın gölgesine sığınıp orada yatmakta olan ve duyduğu konuşmalar üzerine kalkıp gelen Hasan Ağa: " Selam Tarzan, ben Hasan Ağa'yım. İsteyerek konuşmalarınızı duydum. Biraz üzüldüm, biraz sevindim. Üzüldüm, keşke gelmeseydin ve kesebildiğimiz kadar ağaç kesip gitseydik. Sevindim, senin gelmen iyi oldu. Nice zamandır Bursa'dan bu ormanlara bakar ve iç geçirirdim. Şu ağaçları kessem de küpümü doldursam, diye düşünürdüm. Uludağ Tarzanı Ahmet derlerdi, o ağaçları, ormanları korur. Senin korkundan buraya çıkamamıştım. Bugün bir cesaret bulup geldim ve epey ağaç kestirdim. Demin yüz dedilerdi, az dediler. Sen karanlığa kadar izin ver, al şu bin lirayı harca, ye, iç. Bana bir ay izin versen Uludağ'da kesilmedik ağaç bırakmam. "

Bunun üzerine Tarzan: " Bana bak Hasan Ağa, ayaklarının dibine bıraktığın ve benim eğilip almamı beklediğin o parayı al cebine sok. Değil Uludağ, burada bulunan bir ağaç için, milyon versen fikrimi değiştirmem. Senin bundan sonra ağaç kesmene izin vermem. Parayla satın alınan insanlar vardır ama dünyadaki bütün paraları toplayıp gelsen, ben satılık değilim. "

Tarzan'ın sözleri karşısında Hasan Ağa insanlığından utandı. Başını önüne eğdi ve iki damla gözyaşı göz pınarlarından süzüldü. Param çok olsa dünyayı satın alırım derken, işte gelmiş Tarzan'a toslamıştı. İşçilerine gündeliklerini ödeyip evlerine yolladı. Derin bir çukur kazıp baltaları gömdü. Kestirdiği ağaçlardan özür diledi. Tarzan'dan izin alıp, ağaçları korumak için, Uludağ'ın batı tarafına yöneldi. Yaşam zincirini kırmış, kimliğini değiştirmişti. Artık Hasan Ağa yoktu, Tarzan Hasan vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
20 Mart 2023, 17:42
RESSAM VAN GOGH İLE SERDAR YILDIRIM
Zaman gezgini olarak bir araya geldik. Ben bu hikayenin yazarı Serdar Yıldırım ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ressamı olarak adı anılan Hollandalı Van Gogh. Paris'te bir müzayede salonunda Van Gogh'un "Kafede Akşam" adındaki tablosu satıldı. Yüzden kapı açıldı. Yüz on, yüz yirmi derken, iki yüz milyon dolara alıcı buldu. Van Gogh her pey sürüşte vay be, vay be dedi, durdu.

Ben: " Sayın Van Gogh, bu bir dünya rekoru. Bugüne kadar hiçbir ressamın tablosu böylesine astronomik fiyata satılmadı. "
Van Gogh: " Arkadaş, bilmem inanır mısın, ben birkaç tablomla birlikte bu tablomu da mahalle bakkalına bırakmıştım. Tanesine on gulden dersin demiştim. O zamanlar on gulden iki dolar ediyordu. Tabloları alan olmadı. Biri satılsa zeytin, peynir ve ekmek alacaktım. Zaman bana çok zalim davrandı. Yetenek var ama açsın, bırak Van Gogh'un aklı kaçsın. Çıldırmak işten değil. "
Ben: " Sayın Van Gogh, siz ortaya çıksanız, ben bu tabloyu yapan ressam Van Gogh'um deseniz. Tablonuzu satın almak için, fiyat artıran şu dolar milyonerleri, size yüz dolar bağış yapmazlar. "
Van Gogh: " Sen de abarttın ama yüz dolar vermezlermiş? Ben de elli dolar isterim. Vermezlerse intihar ederim. "
Van Gogh müzayede salonunun orta yerine çıktı. Ellerini havaya kaldırdı. Kendini tanıttı. Salondakilerin ağzı açık kaldı. Doğru dediler, bu Van Gogh. Rica etsem bana elli dolar verebilir misiniz? dedi. Başlar öne eğildi.
" Neden ama ? " dedi, Van Gogh. " Herkes bir dolar verse elli dolar toplanır. Bana karşı bu cimrilik neden? "
Sessizlik bir süre devam etti. Sonunda ön sırada oturan bir holding sahibi, şimdi size o parayı verirsek hayatın sıkıntısından kurtulur, rahatlarsınız. Bir daha böylesine üst düzeyde resimler yapamazsınız diye endişe ediyoruz, dedi.

Serdar Yıldırım ayağa fırladı ve gür sesiyle haykırdı: " Hayır, " dedi. " Yalan söylüyorsun. Van Gogh yaşarken parasal yardım yapılsaydı çok daha üst düzeyde, çok daha kaliteli resimler yapardı. O zamanın insanları, nasılsa bu da ötekiler gibi tarihin karanlıkları arasında kaybolup gider, diyerek yardım etmediler. Kim bilir nice ressam, heykeltraş, yazar, şair, sporcu, besteci ve diğer sanatsal uğraş içinde olanlar karanlıklarda kaybolup gitti. Binde bir böyle kaybolmayanlardan biri olan Van Gogh'un eseri milyon dolara satılıyor. Siz aslında insanlığın geleceğini satıyorsunuz ve gelecek yok oluyor, bunu fark edemiyor musunuz? "

Serdar'ın haykırışına cevap veren olmadı. Müzayede salonunda birkaç dakika sonra iki adam kalmıştı. Sessizliği Van Gogh bozdu: " Sen haklı çıktın Serdar, intihar etmeye gidiyorum. "
Serdar: " Dur Van Gogh. Yıl 2018. Senin kadar olmasa da ben de zor durumdayım. Bir iş bulmaya kalksam, hikaye yazma işini bırakmam gerekir. Otuz dört yıllık bir uğraştan vazgeçemem. Bak ben intihar etmem, sen de intihar etme. "
Van Gogh: " O zaman gel beraber intihar edelim. "
Serdar: " Hayır. intihar yok. Acılara birlikte göğüs gereceğiz ve galip geleceğiz. Şimdiye kadar hiç yenilmedim ve sen de yenilmezsin. Önümüze çıkarılan engelleri yıkıp geçelim. "
Serdar anlattıkça Van Gogh'un yüzü bembeyaz kesildi. O'nun anlattıklarını başını indirip kaldırarak tasdik etti. Sen haklısın, ben bir ellerimi yıkayıp geleyim, dedi. Yerinden kalktı, lavaboya doğru yürüdü.

Aradan zaman geçti. Tabanca sesi duyuldu. Serdar lavaboya koştu. Van Gogh yerde yatıyordu. Serdar gözyaşları içinde kaldı. Elli dolar verseler ne yapar eder Van Gogh'a iki tablo yaptırırdım. Bu iki tablo onların elli dolarını fazlasıyla karşılardı. Van Gogh gerçek hayatında tabanca ile yaşamına son verdiğinde otuz yedi yaşındaydı ve hep otuz yedi yaşında kaldı. 1853-1890 yılları arasında yaşamış yoksul bir ressamdı. Kendisini saygıyla anıyorum.

SON

Serdar Yıldırım
20 Mart 2023, 17:58
O CESUR YÜREKTE YÜZLERCE ASLAN YATAR
Anadolu dört bir yandan kuşatılmıştı
Ordular dağıtılmıştı, silahlar toplanmıştı
Halk, çaresizdi, mal, can emniyeti yoktu
Her yer karanlıktı, göz gözü görmüyordu
Anadolu düşman çizmesi altında eziliyordu.
* * * *
Ruslar, 1914 yılında Anadolu'ya girdi ve Erzurum'u kuşattı
Enver Paşa başarılı olamadı
Ruslar, Erzurum, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı ele geçirdi
200 bin kişilik Rus Ordusu yenilmezdi
Mustafa Kemal dediler, az bir kuvvetle Rusları durdurdu, dediler
Mustafa Kemal adı kısa zamanda Anadolu'ya yayıldı
Dillerde, gönüllerde Mustafa Kemal vardı
O, karanlıkta bir ışıktı ve Anadolu ışığa koştu
Dünya durdukça sönmeyecek bir ışığa, Mustafa Kemal'e koştu
* * * *
Anadolu'da Türk olmayan, başka milletlerden insanlar vardı:
Ne Mustafa Kemal'i, kim bu Mustafa Kemal dediler
Türk Halkı dedi: Sıra dışı bir komutan, mert, yiğit
O cesur yürekte yüzlerce aslan yatar.
* * * *
Türk olmayanlar, Mustafa Kemal'i sevmeyenler, dedi.
Bizim komutan Trikopis, İzmir'e geliyor
Tilkiden kurnaz, kaplandan kavgacıdır.
Mustafa Kemal'i Anadolu'dan söker, atar.
* * * *
Türk Halkı dedi: Yunan komutan Trikopis gelsin ve ne olacağını görsün
Türk, teslim olmaz, köle olmaz, boyun eğmez, bunu bilsin
Türk'e boyun eğdirmek isterken,
Kendisi boyun eğmesin.
* * * *
Dünya tarihi boyunca pek çok millet
Türk Milleti'ne boyun eğdirmek istemiştir
Böyle bir şey mümkün olmayınca
Dilini dibine çekip sessiz kalmıştır
Baskı altındaki milletler, Mustafa Kemal Atatürk'ü
Örnek alarak bağımsızlıklarını kazanmıştır.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

--------------------------------------------------------------------

KAHRAMAN MUSTAFA KEMAL
Karşıdan bir atlı geliyor
Bana selam veriyor
Nereye gidiyorsunuz, diyorum
Çanakkale'ye diyor.
* * * *
Yolunuz açık olsun
Şansınız bol olsun
Bileğiniz bükülmesin
Sırtınız yere gelmesin.
* * * *
" Yolum açıktır, çocuk
Şansımı kendim yaratırım
Bileğimi bükecek çıkmadı
Sırtımı yere getirecek doğmadı. "
* * * *
Kahraman bir savaşçısınız
Göğsünüz madalya dolu
Bu genç yaşta bu kadar madalya
Dünya tarihinde görülmemiştir.
* * * *
" Yurduma saldıran düşmanlara karşı koydum
Onlarla savaştım ve galip geldim
Sence bu kadarı yeterli değil mi?
Biz savaş oyununa daha yeni başladık. "
* * * *
Belli ki Çanakkale yeterli gelmeyecek
Anladım Anadolu düşmanla dolacak
Türk'ün özgürlük savaşı başlayacak
Türk Bayrağı'nı göndere Mustafa Kemal dikecek.
* * * *
" Dur bakalım, aslanım, soluklan biraz
Derin bir nefes al, kendine gel
Az önce Türk Bayrağı dedin, Mustafa Kemal dedin
Ben adımı söylemedim, beni nasıl tanıdın? "
* * * *
Ey gelmiş geçmiş en büyük kahraman
Savaş meydanlarının yenilmez armadası
Ben gelecekten geliyorum, seni nasıl tanımam
8-8-2021 tarihinden sana nasıl ulaşamam?
* * * *
Ben her gün haykırıyorum Cumhuriyet diyorum
Sizin kurduğunuz Türkiye Cumhuriyeti yıkılmaz diyorum
Bunun için beynimi paramparça ediyorum
Tarihin dipsiz karanlığında bir ışık arıyorum.
* * * *
Nice savaşlardan sonra, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuracaksınız
Tarihe isminizi altın harflerle yazdıracaksınız
Baskı altındaki milletlere örnek olacaksınız
Mustafa Kemal başardı, biz de başarırız dedirteceksiniz.
* * * *
" Demek ki daha yolun başındayım
Vatanımı savunarak dünyaya örnek olmalıyım
Yenilmemeliyim, yenmeyi öğrenmeliyim
Dünya durdukça ezilen halklara örnek olmalıyım.
* * * *
Benim adım Mustafa Kemal
Cumhuriyet düşmanlarının yenilmez savaşçısıyım
İçinde demokrasinin bol olduğu
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmaya kararlıyım.
* * * *
Her dört yılda bir seçim olmalı
Halk, beğenmediği yöneticiyi değiştirebilmeli
İktidarda olan yönetici oyları değiştirmemeli
Beğenilmiyor ise, gitmeyi bilmeli.
* * * *
Türkiye Cumhuriyeti'ni genç beyinler yönetmeli
Bu genç beyinler aydınlığa yönelmeli
Çağlar ötesinden değil, gelecekten beslenmeli
Karanlığı reddetmeli, geleceğe ışık yakmalı. "
* * * *
Ey büyük güç, ey büyük kudret
İlkelerinin yılmaz takipçisiyim
Bu ilkeleri insanlara ulaştırmada
Işık hızındayım çünkü bunda kararlıyım.
* * * *
Mustafa Kemal atına bindi
Bana el salladı
Sonra görüşürüz, dedi.
Çanakkale'ye doğru hızla uzaklaştı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL ÇANAKKALE'DE
Mustafa Kemal, Çanakkale'ye geldiği zaman
Bombalar sağda, solda patlıyordu
İngiliz gemileri
Dakikada 60 bomba atan toplarıyla
Siperlere nefes aldırmıyordu.
* * * *
O anda bir aslan kükremesi duyuldu
Bu ülke sahipsiz değil diyordu
Bizden sonrası karanlık diyordu
Hücum diyordu, korkmayalım diyordu.
* * * *
Anzaklar, sabaha karşı
Çanakkale'ye çıkartma yapıyordu
Sabahın 4 buçuğunda
Onları orada bekleyenler vardı
Sağ elinde şimşek, sol elinde yıldırım
Sağ elinde kılıç, sol elinde tabanca
Sağ elinde Anadolu, sol elinde Trakya
Mustafa Kemal ve Türk Askeri
Aç, tasır, savaştılar, yenilmediler
Yendiler, zafer kazandılar.
* * * *
Karanlık varsa aydınlığa koşacaksın
Aydınlıktaysan karanlıktan korkmayacaksın
Kötüden, zalimden kaçmayacaksın
Özgürlüğün için, savaşacaksın
Sessiz durursan, yerinde oturursan
Zalimin zulmüne dur demezsen
Beynindeki prangaları söküp atmazsan
Gelecek yıllar sana acımaz.
* * * *
Haydi, benim de, ben liderim de
Lider olmak için, çaba sarf et
En önde sen ol, en önde sen koş
Türk Halkı'nın peşinden geldiğini göreceksin.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------------------------------

ATATÜRK VE DÜNYA TARİHİ
Dünya tarihini
Yeniden yazmak isterdim
Kalem elimde, kağıt önümde
Hiç bir tehdide bağlı kalmadan
Özgün düşünme yeteneğimi kullanarak
Dünyadaki yaşamı kurgulamak isterdim.
* * * *
Vatan savunması hariç
Komşu ülkelere saldıran
Kralları, şahları, padişahları
Devre dışı bırakarak
Dünya tarihini
Atatürk ile aydınlatmak isterdim.
* * * *
Atatürk vatanını savundu
Düşmanlara karşı koydu
Yurduna saldıran düşmanlara
Biz bu sınırlar içinde
Özgür ve bağımsız yaşamaktan başka
Bir şey istemiyoruz, dedi.
* * * *
Düşmanlar, bunu kabul etmedi
Baskısını artırdı
Dört bir yandan Anadolu'ya saldırdı
Atatürk, Türk Halkı'yla tek vücut oldu
Savaştı ve galip geldi
Anadolu'yu düşmanlardan temizledi
Yepyeni bir devlet kurdu.
Adı: Türkiye Cumhuriyeti.
* * * *
Türkiye Cumhuriyeti
Sınırları içinde yaşayan herkes
Atatürk'ü sever ve devrimlerine sahip çıkar
Sadece gerçeklere inanır
Atatürk gerçeğini kabul eder
Beyninde bir ışık yakar
O ışığın önderliğinde
Kültür yolunu aydınlatır
Yeni nesil insanlara yaşam sunar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
14 Nisan 2023, 20:03
KAVUKLU İLE PİŞEKAR: HARAÇ
Pişekar: Ne o kavuklu, neden öyle kavuğun elinde geziyorsun?
Kavuklu: Adam benden bin kat çirkin, bana tipsiz diyor.
Pişekar: Yapma ya! Kim sana tipsiz diyor?
Kavuklu: Karşı sokakta oturan sırık boylu. Adı Adem midir, nedir?
Pişekar: Şu herkese kabaran. Alamadın mı paçasını aşağı?
Kavuklu: Almasına alırdım ama yanında iri kıyım iki adam vardı.
Pişekar: Ne olmuş yani dal aralarına bir ona, bir buna çak, düşür. Sonra yapış Adem'in yakasına. Nerede kalmıştık de.
Kavuklu: O iş o kadar kolay mı? Bana akıl verene bak! Geçen gün çıkmaz sokakta seni gördüm. Diz çökmüştün. Tepende 12-13 yaşlarında iki çocuk, sana abicim dedirtiyorlardı.
Pişekar: Şu iki kara çocuk.. Aniden önüme çıktılar. Birinin elinde çakı vardı. Diz çök dediler. Çöktüm. Abicim de dediler. Dedim. Babaları gelir diye yani.
Kavuklu: Çocukların elinde çakı yoktu. Korkak seni. Babaları gelirmiş? Bu olayı kahvede anlatsam sokağa çıkamazsın.
Pişekar: Aman Kavuklu, etme eyleme. Sus payı olarak ne istersin?
Kavuklu: Şimdilik at bir beşlik. Bir hafta sonra bunun iki mislini isterim.
Pişekar: Al işte beşlik. Bir hafta sonraki yedi buçuk olsaydı.
Kavuklu: Pazarlık yok.
Pişekar: Tamam dediğin olsun.
Kavuklu beşliği alır gider. Pişekar arkasından söylenir: " Çocuklar gibi bu da beni haraca bağladı. Yine de Kavuklu insaflıymış. Çocuklar, onluk aldılar. Haftaya dört katı dediler. "

-------------------------------------------------------------

KAVUKLU İLE PİŞEKAR: HEKİM
Kavuklu: Dün hekime gittim.
Pişekar: Sonra ne oldu?
Kavuklu: Baktı, etti.
Pişekar: İlaç verdi mi?
Kavuklu: Vermedi.
Pişekar: Demek ki bir derdin yokmuş.
Kavuklu: Bir derdim yok, iki derdim var.
Pişekar: İki derdin mi? Senin ne derdin var ki?
Kavuklu: Tarla, bahçe, inek, öküz.
Pişekar: İki dediydin. Dert dörtmüş.
Kavuklu: Yok iki. İnek tarlaya, öküz bahçeye girmiş.
Pişekar: Devam et.
Kavuklu: Bulduğunu yemiş, zarar vermişler.
Pişekar: Kimin davarı bunlar?
Kavuklu: Muhtarın.
Pişekar: Muhtarla konuşsaydın, zararı öderdi.
Kavuklu: Konuştum, zararı öderim, dedi.
Pişekar: Tamam işte.
Kavuklu: Yarısını peşin verdi, yarısı yarın, dedi.
Pişekar: Helal be muhtar!
Kavuklu: Yarın oldu, yarısını daha verdi.
Pişekar: Yani çeyrek kaldı.
Kavuklu: Kalan iki gün sonra, dedi. Dün süre doldu.
Pişekar: Süre dolmuşsa ne olmuş? İki gün daha bekle.
Kavuklu: Ama süre dolmuştu. Sözünü tutmadı.
Pişekar: Canım eli sıkışıktır. Para bulunca öder.
Kavuklu: Ben de kızdım, hekime gittim.
Pişekar: Hekime değil, hakime gidecektin. Sorun çözülürdü.

---------------------------------------------------------

KAVUKLU İLE PİŞEKAR: FAKİRLİK BAŞA BELA
Pişekar: Gel bakalım Kavuklu, azıcık laflayalım.
Kavuklu: Çıktım söğüt dalına, atladım aşağıya.
Pişekar: Amma yaptın ha! Madem aşağıya inecektin, söğüt dalına niye çıktın?
Kavuklu: Canım istedi. Hayatta istediğimi keşke yapabilseydim.
Pişekar: Canının isteyip de yapamadığın neler var?
Kavuklu: Neler yok ki? Fakir doğdum, fakir gidiyorum. Otuz dört yaşındayım. Bir kesere sap olamadım.
Pişekar: Derdimi deştin Kavuklu. Seninki de bir şey mi? Bak ben elli yedi yaşındayım, değil keser, bir çakıya sap olamadım.
Kavuklu: Ama her programdan sonra seyirciler bana, şu Pişekar, ne eğiliyor ne bükülüyor. Tava sapı gibi mübarek, diyorlar.
Pişekar: Çorbayı karıştır, seyirciyi karıştırma. Doğru dedin, fakir gelen, fakir gider. Ben az gördüm, fakir gelip zengin gideni.
Kavuklu: Zengin çocuğu olsaydım böyle olmazdı. Köşklerde, yalılarda yaşar, hamama salı günü giderdim.
Pişekar: Neden salı? Çarşamba günü hamama git.
Kavuklu: Çarşamba Samsun'da. Bir hamam için, oraya gitmem.
Pişekar: Hamama ister çarşamba da, ister perşembe de git. Başka neler yapardın?
Kavuklu: Bahçedeki erik ağacının altına yatar, erik piş, ağzıma düş derdim.
Pişekar: Kiraz da pişer, armut da pişer. Sen bu kafayla kısa sürede zengin olursun.
Kavuklu: Ben şimdi zengin mi oldum?
Pişekar: Tabi ya zengin oldun.
Kavuklu: Ama cepte beş kuruş yok.
Pişekar: Zamanla o da olur. En azından zenginliği hayal ediyorsun. Benim hayal gücüm sıfır. Zenginlik bana uzak geçer.

------------------------------------------------------------

KAVUKLU HİKAYE YAZIYOR
Pişekar: Vay Kavuklu, garanti hikaye yazıyorsundur.
Kavuklu: Üstüne bastın, kaldır ayağını.
Pişekar: Sağı mı, solu mu?
Kavuklu: İkisini de.
Pişekar: O zaman yere düşerim.
Kavuklu: Tamam işte, ben de senin yere düşmeni istiyorum.
Pişekar: Yazıyorsun, yazıyorsun da ne kazanıyorsun? Beş kuruş veren mi var? Sal ipin ucunu gitsin.
Kavuklu: Bilmem kaç yıl önce hikaye yazmaya başlarken, para diye bir şey aklımın ortasından geçmedi.
Pişekar: Onu bin kere söyledin ama istemez misin şimdi sana bu hikayeler için, çuvalla para versinler. Bak istemem deme bir küserim bir daha konuşmam.
Kavuklu: Bende yalan yok. Doğru oturur, doğru konuşurum. Kazandığım az bir para ne sana yeter, ne bana yeter. Şu hikayeleri satın alan olsa pek sevinirim. Benim hikayeleri kitabına alana, bundan para kazananlara kırgınım. Konuştuklarım oldu: Bak kitap basmışsın. Şu hikayeler benim eserim. Hikayelerim lokomotif olmuş, yedi baskı yapmışsın. Ben zor geçiniyorum. Bu durum beni üzüyor. Bana da bir şeyler ver. Ben sana hiç yayınlanmamış hikayelerimden gönderirim, dedim. Sana para yok Kavuklu, sen git dağ başında ulu, dediler.
Pişekar: Hazıra konuyor, uyanık. Sıkıntısını sen çekiyorsun, kaymağını o yiyor. Çaresi yok mu bu işin?
Kavuklu: Çaresi yok. Ben hikaye yazarım, onlar paraya döndürürler.
Pişekar: Halktan yardım istesek. Bakın Kavuklu geçim zorluğu çekiyor, biraz yardım desek. Bağış kampanyası düzenlesek.
Kavuklu: Benimle eğlenme Pişekar. İnsanlar, hikayelerimi çok beğeniyor, alkışlıyor ama para, bir yardım deyince, bizden sana kuruş yok Kavuklu diyorlar.
Pişekar: Yapma ya, denedin mi bunu?
Kavuklu: Tabi denedim. Hikayelerimden okudum. Güzel dediler, övdüler. Geçinemiyorum, dedim, para, yardım, dedim. Kuruş veren olmadı.
Pişekar: Sanatkara bu yapılır mı? Üç beş kuruş verseler servetleri mi eksilecek?
Kavuklu: Sayın Pişekar Efendi, sen zenginsin. Eve ekmek götürmem gerek. Bir ekmek parası verebilir misin? Borç olarak. Gün gelir öderim.
Pişekar: Ben dilencileri sevmem bilirsin. Sana borç verirdim ama bozuk yok, der ve yürüyüp gider. Pişekar'ın arkasından bakakalan Kavuklu'nun gözleri dolar. Daha sonra gözyaşlarını silen Kavuklu ekmek alamadan evinin yolunu tutar.

------------------------------------------------------------

KAVUKLU İLE PİŞEKAR: HAMAM
Pişekar: Söyle bakalım Kavuklu, gölgeden mi yoksa güneşten mi yürürsün?
Kavuklu: Yazın gölgeden, kışın güneşten yürürüm.
Pişekar: Ya baharda nasıl yürürsün?
Kavuklu: Şemsiye elimde yürürüm.
Pişekar: Evden çıkarken baktın ortalık günlük, güneşlik. Şemsiyeyi almadan çıktın. Yolda yağmura yakalandın. Ne yaparsın?
Kavuklu: Hemen bir evin saçak altına sığınırım.
Pişekar: Oralarda ev yok. İki tarafın çayır, çimen.
Kavuklu: Bir ağaç altına saklanırım.
Pişekar: Görünürde hiç ağaç yok.
Kavuklu: Pişekar, sen benim ıslanmamı istiyorsun. O zaman çayırın orta yerine otururum. Cebimden çıkardığım sabunla bir güzel yıkanırım. Böylece bu haftaki hamam işini aradan çıkarırım. Oldu mu? Hoşuna gitti mi?
Pişekar: Bir de keselenseydin, bir ay hamama gitmesen de olurdu.

--------------------------------------------------------------

KAVUKLU İLE PİŞEKAR: BAYRAM
Pişekar: Kavuklu, bugün bayram. Öp bakalım elimi.
Kavuklu: Bayram ama neden elini öpeyim?
Pişekar: Öp haydi, çekinme. Al şu beşliği güle güle harca.
Kavuklu: Parayı cebine sok. İstemem senin paranı. Elini de öpmem.
Pişekar: Amma naza çektin be Kavuklu. Para az geldi galiba. Beşin yanına beş ekledim etti on. Öp elimi al onluğu.
Kavuklu: Elli de versen o iş olmaz. Senin önünde eğilmem. Ne demek bayrammış, el öpmekmiş? Egonu tatmin etmek için mi bana el öptürmeye çalışıyorsun? Gidiyorsun orada burada çocuklara el öptürmeye uğraşıyorsun. Yaşın büyük, boyun büyük ama aklın küçük.
Pişekar: Sen istemedin diye ben el öptürmekten vazgeçmem.
Kavuklu: İstersen elini öptürmeye çalışma da tokalaşalım.
Pişekar: Tamam tokalaşalım ama beş liranı alırım.
Kavuklu: Ne beş lirası, bende beş kuruş yok.
Pişekar: O zaman tokalaşma da yok, bayramlaşma da yok.
Daha sonra Pişekar uzaklaşır gider.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
14 Nisan 2023, 20:06
DENİZ KIZI MARY
Bundan yıllar önce, denize kıyısı olan ülkelerden birinde, oldukça mutlu, gelecekten umutlu, Mary adında küçük bir kız ve ailesi yaşıyordu. Balıkçılık yaparak ailesinin geçimini sağlayan baba, aniden ölünce, küçük kız ile annesi yalnız ve aç kaldılar. Anne, mecbur kaldığı için, komşu kasabadan bir adamla evlendi. Zalim adam, bir süre sonra anne ve kızına türlü eziyetler yapmaya başladı. Kafasının iyice daraldığı bir gün küçük kızın bacaklarını birbirine yapıştırarak denize attı. Denizin dibini boylamakta olan küçük kızın yardımına balıklar koştu. Balıklar, küçük kızı kucakladıkları gibi, denizlerin taçsız kralına götürdü. Denizlerin taçsız kralı, kötü insanların yaptığı balina katliamlarını önleyemediği için, taç takmazdı. Kral, küçük kızın haline acıdı, onu yanına aldı ve deniz altında yaşamayı öğretti. Küçük kız, kralın yanında sevgi dolu, mutluluk dolu on iki yıl geçirdi. Bu zaman süresince küçük kız yürüyemediği için, belden aşağısı dönüşüme uğradı ve pullarla kaplandı.

Mary artık on sekiz yaşına gelmişti ve üstü insandı ama altı balık olmuştu, yani o artık bir deniz kızıydı. Deniz kızı yüzerken, kayıkla balık avlamakta olan bir adam dikkatini çekti. Bu adam, üvey babasına çok benziyordu, yalnız biraz yaşlanmış ve saçları kırlaşmıştı. Deniz kızı yakına gelerek, kendini tanıttı, ben senin kızınım, dedi ve annesini sordu. Üvey baba, sana anneni anlatırım ama kayığa gelirsen, dedi. Genç kız kayığa çıkınca üvey baba bunun bir deniz kızı olduğunu gördü. Bu durumdan yararlanmayı düşündü. Deniz kızını yakalayıp bağladı ve evine götürdü.

Üvey baba daha sonra büyük bir çadır aldı. Çadırın ortasındaki bir direğe deniz kızını kuyruğundan baş aşağı bağladı. Deniz kızının varlığından haberdar olan insanlar, çadıra koştular ve bilet alarak içeri girip, deniz kızını gördüler. Zamanla ülkenin pek çok şehrinden ziyaretçiler geldi. Deniz kızı meşhur oldu ama bu meşhurluğun kaymağını üvey baba yedi. Üvey baba kazandığı paralarla o ülkenin sayılı zenginleri arasına girdi ve lüks içinde yaşadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
14 Nisan 2023, 20:10
ALTIN ELMA
Genç bir adam bisikletiyle, dedesini görmek için, Elmalı Köyü’ne gidiyormuş. Genç, uzun süre yol aldıktan sonra toprak yola girmiş. Toprak yolda giderken, bisikletin lastiği patlamış. Bisikletini ilerideki çalılıklara saklamış, dönerken bisikletini almayı umuyormuş. Kestirme olsun diye patika yola girmiş ve sonunda yolunu kaybetmiş. Genç adam günün ilerleyen saatlerinde gördüğü elma ağacına doğru yürümüş. Işıl ışıl, sapsarı bir elmayı koparmak için uzandığında: “ Dur insanoğlu! O altından bir elmadır, sakın koparma! “ diyen elma ağacının sesini duymuş. Genç adam hangi elmayı koparmak istese aynı sesi duyuyormuş.
Bunun üzerine genç adam: “ Elma ağacı, iyi, güzel diyorsun da, senin dallarında altın olmayan elma yok mudur? “ Diye sormuş.
Elma ağacı: “ Yoktur. Elmalarım altındandır, çünkü ben altından elmalar üreten bir elma ağacıyım. Bu kadar altın elmayı görüp de altın olmayan elma aramanı şaşkınlıkla karşıladım. Demek ki, gözü tok bir gençsin. Elmaların hepsi senin olabilir ama üç şartımı yerine getirmen gerekir. “
Genç adam: “ Neymiş o üç şartın çabuk söyle. “ demiş.
Elma ağacı: “ Birincisi, kanaat et; ikincisi, yalan söyleme; üçüncüsü, canlıların hayatına saygı duy. Bu şartlarımı kabul ediyorsan elmaları toplamaya başlayabilirsin. Sakın unutma, gölgem seni takip edecek. “

Genç adam şartları kabul etmiş ve altın elmaları toplamaya başlamış. Oralarda bulduğu bir çuvala elmaları doldurmuş ama elli elmayı yeterli görmüş, kalan on dört elmayı dallarda bırakmış, kanaat etmiş. Genç adam yolda giderken, önüne eşkiyalar çıkmış. Eşkiyaların reisi, çuvalda ne olduğunu sormuş. O da, çuvalda altından elmalar var, demiş. Yalan söylememiş. Eşkiyalar, gencin cevabına gülmüşler, sonra üstünü aramışlar ama para-pul bulamamışlar. Çuvalın içine bakmak akıllarına gelmemiş. Al çuvalını git yoluna, demişler. Genç adam daha sonra yolun iyice daraldığı bir yerde yüzlerce karınca görmüş. İleriye gitmek için yürümesi pek çok karıncanın hayatına mal olacağı için, çuvalı yere bırakmış, karıncaları seyre dalmış. Canlıların hayatına saygı duymuş. Karıncalar az sonra yuvalarına girip gözden kaybolmuşlar. Ağacın gölgesi, üç şart yerine geldi, altın elmalar senin oldu, yolun açık olsun, demiş ve geri dönmüş.

Genç adam yolda bir köylüye rastlamış ve dedesinin köyünü sormuş. Şansa bak, köylü dedesinin köyündenmiş. Tanışa, konuşa köye varmışlar. Dede, torununun ziyaretine gelmesine çok sevinmiş. Gözlerinden akan iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışmış. Yaşlılar böyleymiş işte, bir küçük ziyaret onları duygulandırırmış. Akşam komşular dedenin evinde toplanmışlar. Genç adam başından geçenleri anlatmış. Anlattıklarına kimse inanmamış. Şehir hayatı sana yaramamış. Gel, bu köyde yaşa, demişler. Genç adam ispat için, çuvaldaki altın elmaları odanın orta yerine dökmüş. Altın elmaları gözleriyle gören komşular, çaresiz fikir değiştirip, genci övmüşler, göğsünü kabartmışlar: “ Biz sana şaka yapmıştık, beyim. Yoksa anlattıklarına tastamam inanmıştık. İnsanın bir çuval altın elması olur da, onun dediklerine inanılmaz mı? Her dediği doğrudur ve peşinden gidilir. Sen komutanımız ol, biz seninle savaşa gideriz. “

Bunun üzerine genç adam, dedesine ve komşulara birer altın elma vermiş. Hepsi mutlu olmuş. Dede tef çalmış, komşular oynamış. Genç adam ertesi gün öğle vakitleri uyanmış. Bakmış dışarıda bir gürültü var. Olayı duyan köy halkı, biz de altın elma isteriz, diyerek kapının önünde uzun kuyruklar oluşturmuş. Genç adam, dedesini uyandırıp kalan kırk altın elmayla birlikte arka bahçeden kaçıp gitmişler. Şehirde gencin babası, annesi ve iki kardeşi olanlara çok sevinmişler. Neleri varsa eski evlerinde bırakıp, malikâne satın almışlar ve uzun yıllar mutlu ve zengin olarak yaşamışlar. Bu masalı okuyan herkesin bir çuval altın elması olması dileğiyle Serdar Yıldırım saygılar sunar.

SON

Serdar Yıldırım
14 Nisan 2023, 20:14
ANNE GÜVERCİN
Güzel bir yaz günüydü. Batur elinde sapan evlerinin yakınındaki ağaçlıkta kuş avına çıkmıştı. Gözleri radar gibi dikkatle çevreyi tarıyordu. Birden arkasında bir ses duydu: ’Vurma kuşları.’ Döndü, baktı. Seslenen yabancı değildi. Mahalle arkadaşı Sarper’di: “ Ne istersin şu küçük yaratıklardan bilmem ki? Ne zararı var onların sana? Bırak ötsünler, uçsunlar, kanat çırpsınlar. “
Batur: “ Sarper yine mi sen? Bu kaçıncı? İşime karışma demedim mi ben sana? Bak kuşları ürküttün, kaçıp gittiler. Kuş vurmak yasak mı yani? “
Sarper: “ Yasak tabii. Şu sıralar kuş yavrularının büyüme zamanı. "
Batur: “ Amma yaptın ha.. Yasakmış.. Yasaksa yasak. Kim bilecek benim kuş vurduğumu? Çevrede bir yığın kuş var. Bir kuş vursam kuş kıtlığına kıran girmez ya, kuş nesli tükenmez ya. Bana bak Sarper, sen iyi bir arkadaşsın, fakat şu kuş işine karışma “ dedi ve ses çıkarmamaya dikkat ederek ilerlemeye başladı. Yirmi metre kadar gittikten sonra bir ağacın altında durdu. Sapanını yukarıya kaldırdı. Nişan aldıktan sonra sapanındaki taşı fırlattı. Taş hedefini bulmuştu. Kuş yere düşerken havalanan bir başka kuşun kanat sesleri duyuldu. Batur yere düşen kuşu aldı.

Arkadaşının sözlerine aldırış etmemesine içerleyen Sarper: “ Ne desem, ne söylesem boşuna. Başkalarının senden daha iyi düşünebileceğini kabul etmezsin zaten. Vurduğun bir yabani güvercin yavrusu. Yirmi gram et ya çıkar, ya çıkmaz. Düşünmediğin bir şey var. Bu yere düşerken kanat sesleri duymuştuk. Herhalde anne güvercindi uçan. Yabani güvercinler bildiğim kadarıyla kin tutarlar. Yavrusunu vurmakla hiç iyi yapmadın “ dedikten sonra geriye dönerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Anne güvercin bir taraftan yavrusunu vuran çocuğu seyrederken, bir taraftan da düşünüyordu: “ Aslında elinde sapanla bir çocuğun bize doğru yaklaştığını görmesek, duymasak bile hissederiz. Biz kuşlar, ağaç dalları üzerinde otururken dalar gideriz. Geçmişi düşünürüz. Hatıralar gözlerimiz önünde canlanır. Doğrularımız, yanlışlarımız aklımıza gelir. Çoğu zaman da hayaller kurarız. Bunlar genellikle tadını damağımızda hissedeceğimiz hayallerdir. Yani gerçek olmasını istediğimiz. İşte bu gibi durumlarda bir sapanın veya bir tüfeğin bize doğru nişanlandığını görmemiz yahut yaklaşan birinin hışırtısını, ayak seslerini duymamız mümkün değildir. Biricik yavruma uçmayı öğretiyordum. Yavrum çok yorulmuştu. Bir ağacın dalına konduk, dinleniyorduk. Etraftaki ağaçlar kuş doluydu ve sanırım çoğu benim gibi hayallere dalmıştı. Küt diye bir ses duydum ve yavrumun feryadı ile kendime geldim. Baktım yavrum vurulmuş düşüyordu. Kanatlarımı çırptım ve uçtum. Havada geniş bir daire çizdikten sonra olayın olduğu yere döndüm. Çevrede kuş yoktu, kaçıp gitmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu kuşlardan öğrenirim. Neyse bırakayım şimdi bunları düşünmeyi. Yavrumu vuran çocuk kalktı, gidiyor. Gözden kaybetmeden takip edeyim şunu. Evinin nerede olduğunu öğrenirim hiç olmazsa. “

Batur yolda gördüğü bir arkadaşıyla konuştuktan sonra oturdukları apartmanın kapısından içeriye girdi. Oturdukları daire 4. kattaydı. Anne güvercin karşı sokaktaki bir apartmanın çatısında saatlerce bekledi. Akşam olunca odaların, salonların ışıkları yanmaya başladı. Yavrusunu vuran çocuğun girdiği binanın oda ve salonlarını kontrol etmeye başladı. Örtülmeyen veya aralık bırakılan perdelerin arkasından içeri bakıyordu. 4. kattaki balkonun korkuluk demirlerinin üzerine kondu. Şöyle bir etrafına bakındı, bir tehlike var mı diye. Sonra başını pencere tarafına doğru çevirdi. Perdesi kapatılmamış pencereden içerisi rahatlıkla görünüyordu. Onu gördü…tam karşıda oturmuş, yanındaki birkaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. El-kol hareketleri yapıyor, kahkahalarla gülüyor, etrafındakileri güldürüyordu. Onun son derece neşeli hali içini sızlattı. Bu sahneyi daha fazla görmeye dayanamadı, kanatlarını çırptı ve simsiyah gökyüzüne doğru uçup gitti. Daha sonraki günlerde Batur evlerinin yakınındaki ağaçlıkta sık sık kuş avına çıktı. Fakat hayret!..Her zaman pek çok kuşun bulunduğu bu ağaçlıkta bir tek kuşa rastlayamıyordu.

Batur, bir gün elinde sapanıyla buraya geldi. Çevreden çıt çıkmıyordu, etrafta hiç kuş yoktu. Yavru güvercini vurduğu ağacın altına gelmişti ki, aniden kanat sesleri duydu. Şaşırmıştı. Üzerine doğru dalışa geçen kuşu son anda fark etti. Elleriyle yüzünü kapatması onu yaralanmaktan kurtardı. Kuş çığlıklar atarak ikinci defa saldırıya geçti. Bu saldırı birincisinden daha şiddetli oldu. Kuşun kanat vuruşları tokat gibi yüzüne gelen Batur, sırtüstü yere yuvarlanırken eliyle kuşa sert bir darbe indirdi. Kuşun ilerideki çalıların arasına düştüğünü gören Batur, arkasına bakmadan kaçıp gitti. Batur o gece hiç uyuyamadı. Yatağında devamlı olarak bir o yana, bir bu yana döndü, durdu. Sabaha karşı o kuşun kim olduğunu ve kendisine neden saldırdığını anlamıştı. O kuş, birkaç gün önce vurduğu yavru güvercinin annesiydi. Demek ki, anne güvercin yavrusunu vuranı unutmamış, devamlı olarak takip etmişti. Kuş vurmak için ağaçlığa gelirken orada bulunan kuşların kaçıp gitmesini sağlamıştı. Bu birkaç gündür ağaçlıkta kuş görememesinin nedenini ortaya çıkarıyordu. Korkunç bir takip altındaydı. Kuş vurmaya devam ederse anne güvercinin felaketine neden olacağını anladı. Zararın neresinden dönülürse kardı. Bir daha kuş avına çıkmazsam anne güvercin belki peşimi bırakır diye düşündü. Zaten sapanını anne güvercin ile boğuşurken düşürmüştü. Bundan sonra kuş vurmayacağına söz verdi.

Anne güvercin ise, Batur ile yaptığı mücadeleden sonra yerde bulduğu sapanı gagasının arasına kıstırıp uçup gitmiş, uzaklara, çok uzaklara, kimsenin onu bulup bir daha kuş vurmasına imkân bulamayacağı kadar uzaklara giderek oralarda bulduğu bir çukura sapanı atmış ve üzerine toprak, yaprak ne bulduysa doldurarak gömmüştü. Anne güvercin sonraki günlerde ağaçlığın kenarında nöbet tutmaya devam etti. Birisi buraya gelmeye kalksa ağaçlar üzerinde dinlenen, uyuklayan veya hayal kurmakta olan kuşları uyaracak ve bu ağaçlıkta kimsenin kuş vurmasına izin vermeyecekti.

Böylece aradan haftalar geçti. Sonbaharın gelmesiyle havalar soğumaya başladı. Bütün göçmen kuşlar gibi anne güvercin de grubuyla birlikte kışı geçirmek için sıcak ülkelere göç etti. Ertesi yıl nisan ayında anne güvercin grubuyla birlikte bu ağaçlığa geldi. Günler sakin ve olaysız geçiyordu. Anne güvercin fırsattan istifade ederek üç tane yumurta yumurtladı. Bu yumurtaların üzerinde günlerce kuluçkaya yattı. Sonunda yumurtalar çatladı ve üç tane yavru sahibi oldu. Yaz mevsimi boyunca yavrularını büyüttü, onlara uçmayı öğretti. Hayatta kendilerine yönelecek tehlikelere karşı uyanık durumda bulunmayı öğütledi. Batur verdiği sözü tuttu. Bir daha onu kuş vururken gören olmadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa 16-31
Sevimli Masallar Gezegeni - Karaca Yayınları - Sayfa 224-240

Yayınevleri internetten alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım okuyucuya güzel eserler sunmaktır.

Pakistan Punjab Üniversitesi'nde Okutulan Ders Kitabındaki Hikayelerim
KIRLANGIÇ İLE SERÇE
SARAYIN SÜTÇÜSÜ ( AYŞECİK İLE YASEMİN SULTAN )
GÜLHANE PARKI ( BÜCÜR ZÜRAFA )
GEZGİN ŞEHMUZ ( GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH )
GÜZEL BİR YAZ GÜNÜ ( ANNE GÜVERCİN )

Yazdığım bu hikayeler Pakistan'ın Lahore şehrinde bulunan Punjab Üniversitesi'nden öğretim görevlisi Dr.Abdul Majid Nadeem tarafından hazırlanan TÜRKÇE DİLBİLGİSİ kitabının TÜRKÇE METİNLER bölümünde çıktı. Hikayeler 106 - 115 sayfaları arasındadır. Hikayelerin altında adım yazmaktadır.

Kitabın yazarı: Abdul Majid Nadeem
University of the Punjab, Lahore, Pakistan, Arabic, Faculty Member

Linki tıklayınız. Gelen sayfanın yüklenmesi için, birkaç saniye bekleyiniz ve sayfayı yukarıya doğru kaydırınız. İyi okumalar.

https://www.academia.edu/37369107/Tu...8P9lYZnR6UstZ4

Serdar Yıldırım
14 Nisan 2023, 20:18
ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI BABA KOÇ
Çimenin bol olduğu yayladan bizi bir kamyona doldurup, getirip bu koca şehrin kenar semtlerinden birinde ağıla kapadılar. Elli kadarız burada. Adamlar gelip, hangimizi alırsa sırtımıza boyayla numara yazıp gidiyorlar. Dedemi kesmişler, babamı kesmişler ama beni kesemezler. Çarpışırım, vuruşurum, pek değer verdiğim şu hayatımı savunurum.
Geçen yıl numarası gelen arkadaşlarımı gözümün önünde birer birer kestiler. Sıra sende gel dedi, iki adam boynuzlarımdan tuttu,çekerler, ben gitmem. Yaşamak istiyorum, hayatı seviyorum diye bağırdım, anlayan yok. Bir silkindim, adamların elinden bir kurtuldum, yetiş ki beni tutasın. Dağda saklandım on gün ama elinden kurtulduğum adamlardan biri beni yakaladı. Yayladan kamyonla gelenlerden tek ben yaylaya geri götürüldüm. Ben kesilip yenmek için, yaratılmadım. Ben çimenin, çayırın bol olduğu yaylada yiyip, içip, yatmak için yaratıldım. Öteki koçlara orada anlattım, yolda anlattım, burada anlatıyorum, sessizce dinliyorlar. Bana katılan yok. Bunların DNA'larında nedensiz korkudan oluşan ürkeklik var. İnsanlara köle olmayı kanlarının her damlasına kadar benimsemişler.

Baba koçun numarası okunduğunda içi titredi. İki adam boynuzlarından tuttu. Çektiler, kımıldamadı. İki adam daha geldi. İtelediler, kakaladılar, sırtına, kafasına sopayla vurdular. Baba koç tüm gücüyle direndi. Ağıldan çıkmadı. Çıkarsa kötü,kasap Hayri bıçağını bilemiş, bekliyor. Şakası yok, kesecek.
Baktı baba koç gelmiyor, kasap Hayri, durun, zorlamayın, o baba koç. Geçen yıl kaçtıydı, kesememiştim. Bu yıl kaçamaz. Gelmiyorsa ben gelir ve onu orada keserim, dedi. Kasap Hayri ağıla girdi: " Gel bakalım, baba koç. Bıçağı senin için özel olarak biledim. Jilet keskinliğinde, gel, canın hiç acımayacak. "
Aradan zaman geçiyor ve adamlar, baba koçu bir türlü yere yıkamıyordu. Kasap Hayri böylesi günlerde on yılı aşkın zamandır kesim yapıyordu. Bu zaman süresince pek çok, belki bin kadar koçun boğazına bıçak çalmıştı. Şu baba koç işi de fazla uzamıştı. Kasap Hayri olanca gücüyle bağırdı: " Erkan, sen baba koçu göğsünden kucakla ve bana döndür. Şunun karnını bir deşeyim. Tamam, kaldır, yüzü bana dönük olsun. Şimdi oldu. "
Kasap Hayri, baba koçun karnına bıçağı salladığı anda baba koç son bir gayretle kendini yana çekti. Hayri'nin bıçağı arkada duran Erkan'ın karnına saplandı. Yıllardır böylesi günlerde koçları birbiri ardısıra kısık gözlerle kesen Hayri'nin gözleri değirmen taşı gibi açıldı. Sonunda bir değişik yaratığın canını alarak insan katili olmuştu. Diğer üç adam korkuyla dışarı fırladı. Erkan'ın mengene gibi kollarından kurtulan baba koç hızla koşarak ağılın kapısını kapadı. Baba koçun canla, başla hayatını savunması ağıldaki koçları harekete geçirdi. Bravo, baba koç, seninleyiz, dediler ve Hayri'yi yakalayıp yere yatırdılar. Baba koç yerdeki insan kanına bulaşmış bıçağı aldı. Arka ayakları üstünde doğrulup, ağır adımlarla Hayri'ye yaklaştı.
Kasap Hayri: " Dur, baba koç. Ben ettim, sen etme. Büyüklük sende kalsın, beni affet. Bir daha ekmek kesmek için bile bıçağı elime almam. Yalvarırım baba koç, beni affet. "
Baba koç gözlerinin önünde pek çok arkadaşını kesen ve hayatına kast eden kasap Hayri'yi acımadan kesti. Erkan da çoktan ölmüştü. Baba koç olanlara lanet okuyarak bir tos vuruşuyla ağılın kapısını kırarak dışarı fırladı. Peşinden gelen koçlarla birlikte dağlara doğru yöneldi. Dağlar onları koruyup kollayacak ve bu özgürlük savaşçılarına güzel bir yaşam sunacaktı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
14 Haziran 2023, 15:53
KARA KALPAKLI ATLI
Karşıdan gelen bir atlı
Atlı kara kalpaklı
Bakışları pek dertli
Çehresi çok sertti.
* * * *
Atlı geldi, attan indi.
Bendeki merak dindi.
Beynimdeki düşman sindi.
Çünkü gelen bir dosttu.
* * * *
Ben O'nu tanıyordum.
Her an adını anıyordum.
Mustafa Kemal diyordum.
Mustafa Kemal Atatürk diyordum.
* * * *
Atatürk beni tanımadı.
Sen de kimsin böyle, diye sordu.
Gelecekten geldiğimi söyledim.
Tarih 11-10-2020 dedim.
* * * *
" Demek 100 yıl sonrasından geldin.
Dur, hiç boşuna konuşma
Beni tanıdın, kim olduğumu biliyorsun
Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorsun. "
* * * *
Evet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.
Bundan gurur duyuyorum.
Önderim, liderim de sensin
Seni yere- göğe sığdıramıyorum.
* * * *
" Demek başardım, bunu biliyordum.
Türkiye Cumhuriyeti kurulacak diyordum.
Yedi değil, yetmiş düvel gelse de
Zafer kazanacağımdan emindim.
* * * *
İçerideki düşman dışarıdakinden hırslı
Özgürlük ateşini söndürmekte kararlı
Padişahtan umudunu kesen herkes
Benim hür bayrağım altında toplanmalı.
* * * *
Ben Anadolu'nun Türk Yurdu olmasında kararlıyım.
Bunun için gereken ne varsa yapacağım.
Planlarımı zafer üstüne kurgulayacağım.
Baskı altındaki milletlere örnek olacağım. "
* * * *
Sen çok yaşa emi yüzyılın savaşçısı
Anadoluyu işgal etti, düşman ordusu
Yoktur Türk Askeri'nde düşman korkusu
Çoktur düşman askerinde Mustafa Kemal korkusu.
* * * *
Kara kalpaklı atlı
Topuktan gelen bir selam verdi.
Atına atladığı gibi
Doludizgin uzaklaştı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------------

TÜRK DEVRİMİ
Devrim, karanlığın yok olması
Aydınlığın başlamasıdır
Devrim, yeniliklere ayak uydurmak
Çağdaşlaşmak, medenileşmektir.
* * * *
Yüzyıllar ötesinde kalmış fikirler
Zamanla geçerliliğini kaybeder
Yeni düşünceler ortaya çıkar
Bu değişim sonsuza dek sürer.
* * * *
Büyük Vatan Şairi Namık Kemal
Millete hizmet yolundan asla vazgeçmedi
Magosa zindanlarında bile
Vatana hizmetten bahsetti.
* * * *
1840-1888 yılları arasında
Dünyadan bir Namık Kemal geçti
Atatürk, lise yıllarında Namık Kemal'in
Fikirleri beni çok etkilemiştir, dedi.
* * * *
Atatürk'e göre, Türkiye Cumhuriyeti
Sınırları içinde yaşayan herkes Türk'tür.
Bu cumhuriyette yaşayanlar
Türklüğüyle övünmelidir.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------

SAVAŞ KAHRAMANI ATATÜRK
Dünyanın gelmiş, geçmiş
En büyük savaş kahramanı
Kimdir diye sorsalar
Mustafa Kemal Atatürk derim.
* * * *
Dünyanın merkezi konumundaki
Anadolu'da, binlerce yıldır
Yüzlerce medeniyet gelmiş, geçmiş
İki binli yıllarda Anadolu'da yaşayan insanlar,
Bu medeniyetlerin kaçta kaçını biliyor?
* * * *
Dünyanın pek çok ülkesinden
Daha fazla nüfusa sahip İstanbul
28-9-2021 tarihi itibarıyla 16 milyon
Kazdıkça altından medeniyet çıkıyor.
* * * *
Dünyanın en büyük medeniyet
Başkenti İstanbul'dur.
Zamanın durduramadığı
Saatlerin sessiz çaldığı İstanbul.
* * * *
İstanbul'u ilk fethedeni herkes biliyor
İstanbul'u ikinci kez fetheden Atatürk'tür.
İstanbul bir daha düşman eline geçmemeli
İstanbul özgür olmalı, Türk olmalı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------

BİZ MUSTAFA KEMAL'İN ASKERLERİYİZ
Gelecek nesiller
Rahat etsinler diye
Çanakkale'deydik.
* * * *
Çanakkale'ye gelip
Evine, köyüne geri dönemeyen
Çanakkale'ye gelip
Kimi bir gün
Kimi bir buçuk yıl
Ömür törpüleyen
Yarı aç, yarı tok
Bazen tam aç
Kahramanca savaşan
Düşmana geçit vermeyen
Canını dişine takan
Sadece kazanmayı düşünen
Türk Askerleriyiz.
* * * *
Biz binlerceydik
On binlerceydik
Yüz binlerceydik
Çoğumuzun adını kimse bilmedi
Hayatımızı bir kurşuna
Bir bombaya satmadık
Direndik, yıkılmadık, yenilmedik
Bizi yenmek isteyenleri ezip geçtik.
* * * *
Biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz
O, gelmeden önce siperleri gerilere
Daha gerilere kaydıran
O, geldikten sonra zafere
İmza atan Türk askerleriyiz.
* * * *
Alman komutan Liman Von Sanders gitti
Yerine Türk komutan Mustafa Kemal geldi
Topçulara ateş etmeyin, bekleyin, diyen
Alman komutan gitti
Ateş, ateş diyen Mustafa Kemal geldi.
* * * *
Mustafa Kemal İngiliz gemilerini
Çanakkale Boğazı'nın
Karanlık sularına gömdü
Anadolu'nun Türk yurdu
Olmasını istemeyen
İngilizlere dersini verdi.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------------

YOKSA SEN İNGİLİZ CASUSU MUSUN?
Mustafa Kemal 1.5 yıl Çanakkale'de kaldı
Kar, yağmur, çamur demedi, savaştı
Anadolu'ya saldıran düşmanlara karşı koydu
Yeni nesiller özgür ve bağımsız yaşamalıydı.
* * * -
İngiliz gemileri, siperlere binlerce bomba attı
Nice canlar son nefesini verdiğini bilemedi
Onlar biliyordu, Anadolu düşmana kalmaz
Mustafa Kemal yalnız kalsa da düşmana teslim olmaz.
* * * *
Bombaların patlamadığı bir anlık zaman diliminde
Zaman gezgini olarak Çanakkale'de olmayı düşledim
Dileğim gerçekleşti, Türk siperlerindeydim
Ben bir köşede otururken, Mustafa Kemal ayaktaydı
Bombalardan korkmuyordu, bombalar O'ndan korkuyordu
Pek çok bomba gidip uzakta patlıyordu.
* * * *
Mustafa Kemal beni fark etti, eliyle işaret etti:
" Sen asker değilsin, ayağa kalk, kim olduğunu söyle?
Yoksa sen İngiliz casusu musun? "
* * * *
Ayağa kalktım, selam verdim:
Ben Serdar Yıldırım, gelecekten geliyorum
Tarih 5-Eylül-2021 Pazar
Türküm, Türk olmaktan gurur duyuyorum, dedim.
* * * *
" Demek 106 yıl sonrasından geldin
İngiliz gemileri, Çanakkale'yi geçip, Marmara'ya giremez
Burada zafer kazanmamız, Anadolu insanının gözyaşını silemez
Anadolu insanı birlik olursa onları dünya gelse yenemez. "
* * * *
Bunun üzerine ben şöyle dedim:
Her dediğinizin altına imzamı atarım
Hepsi yüzde yüz doğrudur ve örnek alınmalıdır
İngilizler, Çanakkale'yi geçemeyecekler.
* * * *
Konuşmam bittiğinde yakınımda bir bomba patladı
Yüzlerce parçaya ayrıldığımı hissettim
Ben bölünmemeliydim, dağılmamalıydım
Bir bütün olarak kalmalıydım ve yaşadıklarımı
Günümüz insanına anlatmalıydım
Çeşitli iletişim kanallarıyla bunu
Binlerce, on binlerce okura ulaştırmalıydım.

SON

----------------------------------------------

MAVİ ATEŞ
Deniz altında kalmış dağ patlar
Bunun sonunda volkanik ada oluşur
Baskı altında kalmış Türk patlar
Bunun sonunda Türkiye Cumhuriyeti oluşur.
* * * *
Evren milyarlarca yıl önce
Büyük patlama sonucu oluşur
Galaksiler meydana gelir
Galaksiler, yüz milyonlarca yıldız içerir.
* * * *
Bunlardan sadece birisi
Samanyolu Galaksisi
Benim de içinde yaşadığım
Güneş sistemini barındırır.
* * * *
Bizim güneş sistemimizde
Dokuz gezegen vardır
Bu gezegenlerden biri de
Sevgili dünyamızdır.
* * * *
Dünyada yaşayan insanlar
Kendiliklerinden bir şeyler icat ettiler
İnsanların fikir ve düşüncelerine
Birtakım kısıtlamalar, baskılar koydular.
* * * *
Adına öğreti dediler
Yaşantı dediler
Halkları birbirine
Düşman ettiler.
* * * *
Kim neye inanırsa inansın
Benim gibi düşüneceksin diyemezsin
Belki yanlışta olan sensin
Değişik düşüneni anlamaya çalışmalısın.
* * * *
İnsanı insan yapan özellik
Canlıların yaşamına saygı duymaktır
Canlılara sevecen davranıp
İnsan olduğunu unutmamaktır.
* * * *
Büyük bir ordu hazırlamakla
Ülkelerin sınırını geçmekle
O ülkeyi fethetmeye çalışmakla
Sorunları çözemezsin.
* * * *
Bak Mustafa Kemal Atatürk
Vatan savunması hariç
Savaş bir cinayettir, demiş
Savaşmayalım artık.
* * * *
Atatürk demişse doğrudur
İnsanlar savaştan kaçınmalı
Dünya durdukça
Barış içinde yaşamalı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

KARANLIK BENDEN KORKTU
Yazan Ve Okuyan: Serdar Yıldırım
https://youtu.be/VNJDgoLi7Bo

Serdar Yıldırım
19 Haziran 2023, 19:34
ATATÜRK'ÜN GÖLGESİ YETER
İngiliz gemileri Çanakkale'de
Dakikada 60 mermi atan pek çok toplarıyla
Türk tabyalarını yoğun bombardıman ateşine tuttu
Türk topçular hazırdı
Ateş emrini bekliyordu
Alman komutanlar,
Türk topçusuna bekleyin, diyordu
İngilizler, bombaları bitince gider, diyordu.
Çanakkale'de Türk askeri giderek azalıyordu
Tabyalar gerilere, daha gerilere çekildi.
* * * *
Sonra Çanakkale'ye Mustafa Kemal geldi
Türk topçusuna ateş emrini verdi
İngiliz gemileri, Marmara'ya giremedi
Boğazın karanlık sularına gömüldü.
* * * *
Sonra kara savaşları başladı
Mustafa Kemal önderliğinde
Türk Ordusu, Çanakkale geçilmez, dedi
Çanakkale geçilemedi.
* * * *
Aradan 105 yıl geçti
Olanlar unutulmadı
Teknoloji ilerledi
İngiliz gemileri
Dakikada 120 mermi atar hale geldi
Atatürk'ün gölgesi yeter
Marmara'ya giremezler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-----------------------------------

ATATÜRK'Ü SEVMEK ZORUNDASIN
Kalbinde sevgi olmasa da
Hiç kimseyi sevmesen de
Atatürk bu vatanı kurtardı.
Atatürk'ü sevmek zorundasın.
* * * *
Özgür ve bağımsız yaşıyorsan
Köleliği düşman görüyorsan
Hür düşünmeme engel olunamaz diyorsan,
Atatürk'ü sevmek zorundasın.
* * * *
Atatürk sekiz yıl ailesinden ayrı kaldı.
Gece gündüz demedi senin için savaştı.
Yurduna saldıran düşmanları perişan etti.
Atatürk'ü sevmek zorundasın.
* * * *
Samsun'a senin için çıktı.
Erzurum ve Sivas kongrelerini senin için yaptı.
Geceleri rahat uyku uyuyorsan,
Atatürk'ü sevmek zorundasın.
* * * *
Evlendin, çocukların oldu.
İşin var, maaşın var, aç değilsin.
Sana bu yaşam kolaylığını sağlayan,
Atatürk'ü sevmek zorundasın.
* * * *
Atatürk, Atatürk, Atatürk demelisin.
Devrimlerinin takipçisi olmalısın.
Yurdunu İngiliz'e, Yunan'a bırakmamak zorundasın.
Atatürk'ü sevmek zorundasın.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
19 Haziran 2023, 19:46
YILLAR ÖNCESİNDEN BİR RÜZGAR ESTİ
Bir rüzgar esti, yıllar öncesinden
İnegöl'deki evimizin bahçesinden
O bahçede erik ağaçları vardı.
Asmada salkım salkım üzümler
Ve bir dut ağacı.
* * * *
İki uzun kollu adam
Kollarını açsalar ve uğraşsalar,
Parmakları birbirine değmezdi.
Kalındı dut ağacının gövdesi.
* * * *
O bahçedeki iki katlı
Ahşap bir evde doğdum.
Önceleri Serdar'dım.
Sonraları Serdar Yıldırım oldum.
* * * *
Ben on iki yaşındaydım.
Yaşı benden büyük
Birtakım insanlar tartışıyordu.
Atatürk, bu ülke için ne yaptı diyordu.
* * * *
Ben haykırdım: Atatürk bu vatanı kurtardı.
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu.
Şimdi özgür ve bağımsız yaşıyorsan
Bunu Atatürk'e borçlusun.
* * * *
Atatürk'e saygı duymalısın.
Devrimlerinin izinden gitmelisin.
Atatürk, Atatürk, Atatürk demelisin.
Atatürkçülüğün en büyük savunucusu olmalısın.
* * * *
" Boş versene çocuk sen ya
Atatürk senin hayatın olmuş.
Sen Atatürk dedikçe
Beynin buz tutmuş, kalbin durmuş. "
* * * *
Ben, hayır, dedim.
Beynim buz tutmaz, kalbim durmaz.
Ben Atatürk dedikçe
Beynim aydınlanır, kalbim hızlı çarpar.
* * * *
Aradan elli yıl geçti.
Doğduğum eve gittim, bahçeye çıktım.
Dut ağacı çok büyümüş, güçlenmiş.
Kökleri dünyanın tabanına ulaşmış.
* * * *
Dedim, dut ağacı gibi,
Yıllarla benim Atatürk sevgim büyümüş.
Kollarımı bir kaldırdım ki,
Ellerim bulutları tutarmış.

SON

------------------------------------

ATATÜRK
Başında bir kalpak,
Sırtında bir kürk.
Kimdir bu diye sordular?
Dedim Atatürk.
* * * *
Uygardır, medenidir.
İnsanlık düzenidir.
Dediler çağdaş kimdir?
Dedim Atatürk.
* * * *
Trablusgarp, Bingazi'ye
İtalyanlar asker çıkardı.
Dediler kurtarmaya kim gitti?
Dedim Atatürk.
* * * *
Çanakkale, Anafartalar,
Seddülbahir, Conkbayırı
Dediler düşmanın önüne kim çıktı?
Dedim Atatürk.
* * * *
İngiliz gemileri,
Sarayın önüne demir attı.
Dediler teslim olan padişahı kim kurtardı?
Dedim Atatürk.
* * * *
Yunan, İzmir'e çıkartma yaptı.
Yüzlerce can aldı, evleri yağmaladı.
Dediler İzmir'i kim kurtardı?
Dedim Atatürk.
* * * *
Yunan Ordusu ilerledi.
Ortalığı yakıp yıktı.
Dediler Türk Ordusu'nu kim geri çekti?
Dedim Atatürk
* * * *
Sakarya Irmağı doğusunda
Orduyu eğitti, savaş öğretti.
Dediler bu kim diye sordular?
Dedim Atatürk.
* * * *
Hazır olduğuna inandı.
Zafer mutlaktır dedi.
Dediler Büyük Taarruz'u kim emretti?
Dedim Atatürk.
* * * *
Osmanlı bitti dediler.
Padişah gitti dediler.
Dediler Türkiye Cumhuriyeti'ni kim kurdu?
Dedim Atatürk.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------

ATATÜRK İLE İLGİLİ BİR ŞİİR YAZMAK
Kağıt önümde, kalem elimdedir
Bir büyük enerji benim beynimdedir
Kalem kağıdın üstünde kanatlanıp uçtukça
Coşarım, ışık olurum
Anadolu'yu aydınlatırım.
* * * *
Atatürk şiiri yazmaya başladığımda
Burası evim olabilir, bir otobüs durağı veya
Bir marketin bahçesi olabilir.
Konuya odaklanırım
Dakikalar sonra
İlk cümleler kağıda düştüğünde
Sadece yazmak, daha çok yazmak isterim.
* * * *
Şu son altı yılda yazdığım
Atatürk ile ilgili seksen iki şiirim
Okurlar tarafından beğenildi, takdir edildi
Onlar haykırdılar, Atatürk, dediler
Atatürk bizim tek önderimizdir, dediler.
* * * *
Atatürk gibi bilgili, atak ve cesur olmak
Komutasındaki az bir kuvvetle
Yurdunu savunmaya çalışmak
Değişik zamanlarda yaptığı pek çok savaşta
Her zaman galip gelmek, hiç yenilmemek
Anadolu bozkırında
Üstün düşman kuvvetlerini
Yok etmek.
* * * *
Azim ve kararlılık
Sağlam bir irade
Üstün görüş yeteneği
Olayı anında okumak
Yanlış giden bir şeyler olduğunda
Önlemini almak
Tek bir güce, kendine inanmak
Geçilemez denen düşman mevzilerini
Paramparça etmek.
* * * *
Zafer kazanmış bir kumandan edasıyla değil,
Vatan kurtarmış bir komutan gibi
Türkiye Cumhuriyeti'ni
Dünya tarihine armağan etmek.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------------------

DÜNYADAN BİR MUSTAFA KEMAL GEÇTİ
Toprakları işgal edilmiş bir vatan
Bağrına hançer dayamış olan düşmana çatan
Özgürlük yolunda inanılmaz adımlar atan
Düşmanın yüz tanesini bir kurşuna satan.
* * * *
Başka milletlere boyun eğmeyi reddeden
Bunun için, sessiz kalmayan, isyan eden
Sekiz yıl boyunca cepheden cepheye giden
Anadolu'nun boşluğunda düşmanı mahveden.
* * * *
Ey Kurtuluş Savaşı'nın yenilmez armadası
Ey dünyanın gelmiş geçmiş en büyük komutanı
Ey Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı
Tarih senden yana, bunu fazlasıyla hak ediyorsun.
* * * *
Dünyadan bir Mustafa Kemal geldi, geçti
Bu dünyada yaşamayı herkesten çok hak ediyordu
Mümkün olsa yaşamımdan on yılımı uğruna feda ederdim
İnanın Anadolu şu anda bambaşka bir kimliğe bürünürdü.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL: SAVAŞTA VE BARIŞTA DEVRİM
Devrim yaparsın savaş meydanlarında
Girdiğin her savaşı kazanırsın
Tarih yazarsın Mustafa Kemal gibi
Mustafa Kemal Atatürk gibi.
* * * *
Tarih kitaplarının yazdığı
Savaş kahramanları
Başka bir ülkenin sınırını geçenlerdir
Onlar oraları fethederler.
* * * *
Mustafa Kemal onlara benzemez
Yurdunu istila eden düşmanlara karşı koyar
Arada dağlar kadar değil,
Çağlar kadar fark vardır
Fikirleriyle, düşünceleriyle orta çağ karanlığını yok etmiştir
Atatürk Çağı başlamıştır.
* * * *
Atatürk Çağı hiç bitmeyecektir
Dünya durdukça var olacaktır
Dünya sonsuza kadar var olacağına göre
Atatürk hep en önde, hep zirvededir.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

--------------------------------

MUSTAFA KEMAL GERÇEK, GERİSİ YALAN
İngiliz'in izniyle yunan
Batı Anadolu'yu etti talan
İmkansızı mümkün kılan
Mustafa Kemal gerçek, gerisi yalan.
* * * *
Yunan, Batı Anadolu' da çok can aldı
Evleri yağmaladı, köyleri yaktı
Efeler, yunan için, dağa çıktı
Yunanla savaştı, bu vatan bizim, dedi.
* * * *
Takviye kuvvetler cepheye geldi
Yunan, zafer naraları attı
Çarpışmalar şiddetli geçiyordu
Efeler, giderek azalıyordu.
* * * *
Kurtuluşun bir yolu olmalıydı
Anadolu yunana teslim edilemezdi
Halk, bir bütün olarak harekete geçmeliydi
Ancak halka bir önder gerekliydi
Bu önder Mustafa Kemal olabilir miydi?
* * * *
Doğuda az bir kuvvetle rusları durduran
Çanakkale'de ingiliz ve fransızları bozguna uğratan
Yurdun her karış toprağını kahramanca savunan
Mustafa Kemal olabilir miydi?
* * * *
Mustafa Kemal, Anadolu halkını harekete geçirdi
Onlardan seninleyiz mesajını aldı
Büyük Taarruz'da en öndeydi ve ileri atıldı
Pek çok can O'na göğsünü siper etti
O yaşamalıydı ve Anadolu düşmandan kurtulmalıydı
* * * *
Mustafa Kemal güveni boşa çıkarmadı
Yurduna saldıran düşmanları perişan etti
Kurtulanlar, ülkelerine zorlukla kaçtı
Geride kalanlar için, acı son vardı

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
08 Temmuz 2023, 16:11
ATATÜRK BARIŞ TARAFTARIYDI
Atatürk barış taraftarıydı
Savaş olsun istemezdi
Bir ülkenin başka bir ülkenin
Sınırını geçmesine tahammül edemezdi.
* * * *
İnsanların birbirine düşman edilip
Savaştırılmalarına karşıydı
Her millet kendi sınırları içinde
Özgür ve bağımsız yaşamalıdır, derdi.
* * * *
Aradan 100 yıl geçti
Dünya milletleri Atatürk'ü örnek almadı
Zengin milletler daha zengin olmak için
Fakir milletleri böldüler, parçaladılar
Onlara silah sattılar, daha da zenginleştiler.
* * * *
Fakir milletler, beyinlerini saran
Prangadan kurtulamadı
Özgür olmak istemedi
Kişisel düşünce özgürlüğü sağlanamadı
Karanlığa boyun eğildi
Işık önemsenmedi.
* * * *
Biz Atatürkçüyüz diyelim
Atatürk'ü örnek alalım
Atatürk'ü sevmeyenleri
Atatürkçü olmaya davet edelim.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------

ATATÜRK GELDİĞİ GİBİ GİTTİ
Sen bu yurdu kurtardın
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdun
Tarihe ismini
Altın harflerle yazdırdın, diyerek,
Bir marş söylüyordum.
* * * *
Birden odanın ortasına
Bir bomba düştü
Ortalığı toz-duman kapladı
Göz gözü görmez oldu.
* * * *
Ben askerde havancıydım
Bombalara alışıktım
İleri gözetleyiciydim
Belimde kasatura
Elimde telsiz, göğsümde dürbün
Havan atışı yaptırmak için,
Dağa, tepeye çıkardım
Havan ile hedefin uzaklığını
Hesap eder, ikinci atışta
Hedefi 12'den vururdum.
* * * *
Tepemden bombalar geçerdi
Ben bombadan korkmam
Bomba benden korkar, derdim.
Ben Türk Askeri'yim.
Türk Askeri hiçbir şeyden korkmaz.
* * * *
Dediğim doğru çıktı
Türk Askeri korkmadı
Odanın ortasına bomba düştüğünde
Oturduğum yerden ayağa kalktım
Her türlü saldırıya hazırdım.
* * * *
Göz gözü görmeye başladığında
Odanın ortasında bir kahraman belirdi
Ben bu kahramanı çok iyi tanıyordum
O kahraman Mustafa Kemal Atatürk
Bunu biliyordum.
* * * *
Atatürk sağa- sola bakındı
Benden başkasını göremedi
Sen kimsin, adın ne,
Bugünün tarihi nedir, diye sordu.
* * * *
Ben Serdar Yıldırım,
Bugün 29-Mayıs-2021 dedim.
* * * *
Atatürk: Türk Askeri bombadan korkmaz
Türk Askeri yenilmez
Türk Askeri esir düşmez
Türk Askeri galip gelir
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyar, dedi.
* * * *
Odanın ortasına bir bomba daha düştü
Ortalığı toz-duman kapladı
Göz gözü görmez oldu
Atatürk geldiği gibi gitti.
* * * *
Bir saat kendime gelemedim
Odanın ortasında dört döndüm
Ben kendimi gerçek sanırdım
Atatürk gerçeği karşısında
Hayal bile değilmişim.
* * * *
Şimdilerde Anadolu'da
Atatürk, en büyük önder ve lider
Türk insanı vatanını çok seven
Atatürk'e minnettar.

SON

------------------------------------------------------

TAARRUZ KEMAL
Siz Avustralya yerlileri
İngilizler tarafından Anadolu'ya yönlendirilen
Türkler, boyun eğmedi, diyen
İngilizlerin esiri.
* * * *
Siz özgür ve mutlu yaşıyordunuz
Hayattan bambaşka bir gelecek umuyordunuz
Hayat, sizin bir kilonuzu bir pula satmadı
Özgür bedenlerinizi yetmiş kiloluk bir İngiliz'e esir etti.
* * * *
Kitaplar yazar, gazeteler yazardı
Anadolu' da bir Taarruz Kemal var derdi
Haksızlığa boyun eğmez, derdi
Yenilmez yener, ezilmez, ezer de geçer derdi.
* * * *
Taarruz Kemal, Anadolu'yu yurt olarak benimsemiş
Sınırları çizmiş, biz bu sınırlar içinde
Özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz, demiş.
Siz şimdi aldatan İngiliz'e mi inansanız
Yoksa kahramanca savaşan Taarruz Kemal'e mi inansanız?
* * * *
İngiliz sizi zorladı, gemilere bindirdi,
Hedef Çanakkale'dir dedi.
Taarruz Kemal yok artık, dedi.
Göğsüne gelen bir kurşunla layığını buldu, dedi.
* * * *
Siz havanızı basarak, naralar atarak,
Anzak Koyu' ndan Anadolu' ya ayak bastınız
Anadolu insanı bizden korksun, dediniz
Katliamlar yapmaya hazırdınız.
* * * *
Türk Ordusu' nun başında
Alman komutanlar vardı
Bunlar Türk Ordusu'nu geri çekerek
Rahatça çıkartma yapmanıza izin verdi.
* * * *
Aradan bir gün geçti
Taarruz Kemal geldi, dediler
Almanlar, bütün cephelerin komutanlığını
Taarruz Kemal'e bıraktı, dediler.
* * * *
Size bir bezginlik çöktü
Bu yenilmez, bizi perişan eder dediniz
İngiliz Komutan çok uğraştı
Bu Kemal o Kemal değil, dedi.
* * * *
Mustafa Kemal Çanakkale' ye geldi
Türk Ordusu'nu düzene soktu
Oralarda saklanacak yer bulamadınız
Birçoklarınız gemilere binip, kaçtınız.

SON

Yazan: Serdar Yıldırı

------------------------------------------

BEN ATATÜRK SEVDALISIYIM
Ben bir zamanlar çocuktum.
Annem bana Karaçor derdi.
Zayıf bir kara çocuk,
Özgün düşünme yeteneğine sahip,
Uygar, çağdaş,
Geçmişi araştıran,
Her güne yeni bir umutla başlayan,
Geleceği kurgulayan,
Zayıf ama güçlü, çok güçlü.
* * * *
Mahalle maçlarında
Karşı takımın golcüsü iyiyse
Kaleci.
Maç normalde devam ediyorsa
Golcü.
Kaleciyse penaltı kurtaran,
Golcüyse hata affetmeyen.
* * * *
Babam öğretmendi, Atatürk derdi.
Annem ev hanımı, Atatürk dedi.
Ben de uygar, çağdaşım ya
Atatürk, Atatürk, Atatürk dedim.
* * * *
Benim kalbim Atatürk der atar.
Benim beynim Atatürk der çalışır.
Benim damarımda kan, Atatürk der dolaşır.
Atatürk demeden güne başlarsam,
Ayaklarım birbirine dolaşır.
* * * *
Ben Atatürk sevdalısıyım.
Atatürk için bir şeyler yapmak çabasındayım.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
İnsanlar yeni bir güne umutla başlıyorsa
Bunu Atatürk'e borçludur.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
.
------------------------------------------------

ATATÜRK ÇAĞI
İlk Çağ, Orta Çağ
Yeni Çağ, Yakın Çağ
Yakın Çağ 1789
Fransız Devrimi'yle başladı
Sonrasında
Atom Çağı, Uzay Çağı dediler
Mayasız sütten yoğurt olmadı
Aradan 211 yıl geçti
2000 yılına girildi
Atatürk Çağı başladı.
* * * *
Atatürk Çağı dünyaya barış getirdi
Atatürk Çağı dünyaya kardeşlik getirdi
Bir milletin başka bir millete baskısını sildi
Her milletin kendi bayrağı altında toplanmasını sağladı.
* * * *
Bu durum 2020 yılında sağlandı mı?
Hayır, sağlanmadı
Sağlanması zaman alır mı?
Evet, alır
Dünyada yaşayan insanlara
İyiliksever fikirleri kabul ettirmek
Zordur, çok zordur.
* * * *
Ey dünyalı, Atatürk Çağı başladı
Bunun farkında olmalısın
Atatürk Çağı'nı kabul edenlerin
En başında sen olmalısın.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------------------

BEN MUSTAFA KEMAL OLSAYDIM
Selanik'te doğsaydım
Şemsi Efendi İlkokulu'nda okusaydım
24 yaşında yüzbaşı olsaydım
Yurdun kurtuluşu yolunda adım atsaydım.
* * * *
Tayin olduğum her yerde
Suriye'de, Sofya'da
İki-üç subay arkadaşım bile olsa
Örgütlenseydim, onlarla haberleşseydim.
* * * *
Sonunda Çanakkale'ye gelseydim
Komutayı ele alsaydım
İngiliz, Fransız savaş gemilerini
Boğazın karanlık sularına gömseydim.
* * * *
19-Mayıs-1919' da
Samsun'a çıksaydım
Amasya Tamimi'ni yayımlasaydım
Erzurum ve Sivas Kongrelerini yapsaydım.
* * * *
Ben Mustafa Kemal olsaydım
Bunları başarabilseydim
Böylesine büyük ve görkemli olabilseydim
Tarihe ismimi altın harflerle yazdırabilseydim.
* * * *
Bu yazdıklarımı ben başaramazdım
İki kişiyi bir araya getirip örgütleyemezdim
Conkbayırı'nda gece saat 04:30'da
Hücum deyip ileri atıldığımda
Asker peşimden gelmezdi.
* * * *
Ben Mustafa Kemal olmaya özendim
Keşke Mustafa Kemal olsam dedim
Dünyada yaşayan insan neslinin
Mustafa Kemalci olması tek dileğim.
* * * *
Ey gelecek yeni nesiller
İnsan evlatları, Türk çocukları
Mustafa Kemal Atatürk'ü unutmayın
Özgür ve bağımsız kalın.
* * * *
Kimse size baskı yapamaz
Böyle düşüneceksin diyemez
Beyninize pranga vuramaz
Çağ dışı bir yaşamı bugüne uyarlayamaz.
* * * *
Dün yoktur, kaybolmuştur
Bugün Atatürk vardır
Yarın yine Atatürk var olacaktır
Atatürk sonsuza kadar var olacaktır.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
08 Temmuz 2023, 16:19
ATATÜRK SONUNA KADAR ATATÜRK
Ben Atatürk , Atatürk diyenlerdenim.
Atatürk demeden hiçbir soruna çözüm bulunamayacağına inanırım.
Şu son yüz yılda kim Atatürk demeden hangi sorunu çözmüş?
Söyleseler de ben de bilsem.
* * * *
Bir kimse Atatürk demiyorsa
Atatürk ilke ve devrimlerinden haberi yoksa
Ne kadar kıvransa fark etmez,
Sonunda kendinden bile şüpheye düşer.
* * * *
Bir insanın dünyadaki en büyük amacı,
Hayatını devam ettirebilmesi olmalı.
İçeriden ve dışarıdan seni sevmeyenler
Ne kadar uğraşsalar seni yıkamazlar.
* * * *
Ben bir dünya kurarım, benim inandığım.
Ben bir hayal kurarım gerçek olmasını istediğim.
Benim kurduğum hayal gerçekle örtüşmüyorsa
Ben gerçek olmayan hayali yıkar geçerim.
* * * *
Benim bir arap, bir Türk arkadaşım vardı.
Çağıl çağıl akan bir ırmağın kenarına gelmiştik.
Arap beni sevmiyor ya, sen bu ırmaktan geçersin, dedi.
Türk ise, ileride bir köprü var, oradan geç, dedi.
* * * *
Ben Türküm, Türk'e inandım.
Biraz ilerideki köprüden geçtim.
Araba inanmadım, onun aklına kanmadım.
Lütfen arap, benden uzak dur,
Meraklıysan ırmaktan sen geç, dedim.
* * * *
Bak Atatürk, Anadolu'da,
Güzelim Türkiye Cumhuriyeti' ni kurmuş.
Sen de bu cumhuriyetten payını alıyorsun.
Türkiye Cumhuriyeti'nden nemalanıyorsun.
* * * *
Yüz yıl önce Anadolu'yu düşmanlar sarmış.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış.
Atatürk'ün devrimlerine saygı duymalısın
Devrimlerinin en büyük savunucusu olmalısın.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

---------------------------------------

TÜRK ASKERİ ÇANAKKALE'DE
Türk, Anadolu'da hüküm sürsün diye,
Kurtuluş Savaşı'nda canlarını feda ettiler.
Mehmetler, Ahmetler, Aliler, Veliler.
Anadolu' nun fedakar askerleriydiler.
* * * *
Büyük bir karanlığın ardından,
Mucize bir aydınlık beklediler.
Aydınlık biraz geç geldi.
Çanakkale bir buçuk yıl onlara mezar oldu.
* * * *
Çocuklarımız, torunlarımız dediler.
Onlar rahat etsin dediler.
Azrail, İngiliz gemisinin topunun ucundaydı.
Bombalar siperlere düştükçe
Yerde yatan vurulmuş askeri arkadaşı tanımadı.
* * * *
Alman komutanlar, Çanakkale'deydi.
İşi biraz ağırdan alıyordu.
İngiliz savaş gemileri,
Bombaları bitince gider, diyordu.
Türk topçularına talimat verilmişti.
Ateş etmeyin, bekleyin, diyordu.
* * * *
Sonunda Çanakkale'ye Mustafa Kemal geldi.
Bütün cephelerin komutanlığını bana verin, dedi.
Mustafa Kemal'e Almanlar direnemedi.
Kendi ülkeleri de ateş hattındaydı.
Birinci Dünya Savaşı devam ediyordu.
Almanlar, bir daha gelmemek üzere
Anadolu'yu terk etti.
* * * *
Mustafa Kemal siperde saklanmadı.
Savaş meydanını düşmana bırakmadı.
Türk topçularına ateş emrini verdi.
Ateş, ateş, ateş, dedi.
* * * *
Çelikten ölüm kaleleri,
İngiliz, Fransız savaş gemileri,
Türk topçusunun yoğun ateşi karşısında
Boğazın derinliklerini boyladı.
* * * *
Sonra kara savaşları başladı.
İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda'dan Anzakları getirdi.
Onları, Türkler, boyun eğmedi, diye kandırdı.
Anzaklar, Türkleri kendine düşman bildi.
* * * *
Anzaklar, 25 Nisan 1915'te Gelibolu yarımadasına çıkartma yaptı.
Karşısında Türk Ordusu'nu buldu.
Türk Ordusu'nun başında Yarbay Mustafa Kemal vardı.
Türk Ordusu yenilmezdi, Mustafa Kemal yenilmezdi.
Sekiz ay süren savaşlar sonunda,
Anzaklar parçalandılar, paramparça oldular.
Saklanacak ağaç kovuğu bulamadılar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

--------------------------------------------

DEVRİMCİ OLMAK İSTİYORUM
Bugün şehrin sokaklarında gezerken,
Yol kenarındaki bir banka oturdum.
Öylesine sağa-sola bakınırken,
Liseden bir arkadaşım,
Beni gördü, yanıma geldi, oturdu.
Kendisi avukat, bunu biliyordum.
* * * *
Oradan, buradan, geçmişten, gelecekten konuştuk.
Arkadaşın babası tüccardı, iki kardeşi vardı.
Onların uçakları vardı.
Uluslararası nakliye işiyle uğraşıyorlardı.
* * * *
Avukat arkadaş: Serdar, biliyorsun ben Atatürkçüyüm.
Atatürkçülüğün kral taraftarıyım.
Bu kadarı beni teselli etmiyor.
Atatürkçüyüm ama devrimci olmak istiyorum.
* * * *
Ben dedim: Bak arkadaş, Atatürk diyen devrimci demektir.
Devrimci olmayan Atatürkçü olamaz.
Devrim, daima ileriye dönük olur.
Yenilikçi, çağdaş, medeni olunur.
* * * *
Geçmişi bilirsin, bugünü yaşarsın, geleceği görürsün.
Geçmişten ders alırsın ama geçmişe dönülmez.
Zaman geriye gitmez, saat tersine çalışmaz.
İleri gidilir, karanlığı beynindeki ışıkla aydınlatırsın.
* * * *
Sen zaten devrimcisin daha fazla devrimci olmak istiyorsun.
Atatürk'ün hayatını iyice öğrenmelisin.
Türk'ün Kurtuluş Savaşı'nın en iyi bileni olmalısın.
Bunları akşamdan sabaha kadar anlatacak düzeye erişmelisin.
Korkma, yıkamazlar, sen artık gerçek bir devrimcisin.
* * * *
Dünya tarihinde devrim Atatürk'le başlar.
Gerçek devrimciler, Atatürkçülüğün yılmaz bekçileridir.
Onlar yıkılmazlar, yenilmezler, esir düşmezler.
Atatürk ve devrimlerini yıkmak isteyenleri yıkar, geçerler.

SON

-------------------------------------------

CUMHURİYET DEĞİRMENİ
Metresine kadar, santimetresine kadar,
Bilimle, bilgiyle, kültürle inşa etti,
Atatürk, bu Türkiye Cumhuriyeti'ni.
Sonsuza kadar muzaffer olacaktır.
* * * *
Cumhuriyet Değirmeni kurulduğu günden beri
Buğday, arpa, mısır öğütüp un haline getirdi.
Cumhuriyete karşı çıkanlar, değirmenin çarkları arasında eridi.
Bunlar kimdi? Adını hatırlayan var mı?
* * * *
Kurtuluş Savaşı'nı kazanınca, dünya Atatürk'ü örnek aldı.
Baskı altındaki milletler ayaklandı.
Mustafa Kemal başardı, biz de başarırız, dediler.
Hindistan'da ingilizlere karşı Mahatma Gandi ayaklandı.
Bu vatan bizim, defolun gidin, dedi.
* * * *
Devletlerin kurucu bir devlet başkanı olur.
Halkını esir etmek isteyen dış güçlere karşı savaşır.
Galip gelir, devlet kurar, heykelleri dikilir.
Bu dünyada böyledir.
Yeni kurulan hükümetler heykelleri yıkmaya çalışmaz.
Kurucuyu önder kabul eder ve ülkeyi ileri götürür.
Halkın refah seviyesini yükseltir.
* * * *
Türkiye Cumhuriyeti'nde ne yöneticiler geldi, geçti.
Bunların çoğunun adını hatırlayan olmaz.
Atatürk halkını aldatmadı, halkın güven kaynağıydı.
Dünya durdukça adı kalplerden silinmeyecektir.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------

BAŞKOMUTAN ATATÜRK
Atatürk'ü sevesim geldi.
Karşımda göresim geldi.
Düşmanlarını üzesim geldi.
Kurtuluş Savaşı'nı anlatasım geldi.
* * * *
Karanlıkta mavi iki ışık belirdi.
O iki ışık Atatürk'ün gözleriydi.
Beni bu konuda harekete geçiren,
Atatürk'ün tarihi sözleriydi.
* * * *
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
Yaşayanlar, Atatürk'ü sevmek zorundadır.
Ekmeğini bu sınırlar içinde kazananlar
Atatürk'e saygı duymak zorundadır.
* * * *
Atatürk, Kurtuluş Savaşı zamanında
Sekiz yıl ailesinden uzak kaldı.
Ey Atatürk'ü sevmeyen şahıs,
Bu vatan için, bu bayrak için,
Ailenden sekiz yıl uzak kalır mısın?
* * * *
Trablusgarp ve Bingazi'de
İtalyan Ordusu'yla savaşırken.
Anafartalarda, Conkbayırı'nda
Çanakkale Destanı'nı yazarken
Göze göz, dişe diş
Göğüs göğüse çarpışırken,
Mustafa Kemal hücum diyordu.
Sağ elinde kılıcı, sol elinde tabancası
İleri atılıyordu.
* * * *
Atatürk uzun süren savaşlar sonunda,
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu.
Fabrikalar açtı, yollar, köprüler yaptırdı.
Ülkeyi dünya devletleri arasında
Ön sıralara yükseltti.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-----------------------------------------


ATATÜRK'TEN YANA TARAFIM
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra
Asıl savaşımız şimdi başlıyor, dedi.
Ağaçları kesmedi, bataklıkları kuruttu
Yeni tarım alanları ortaya çıktı
* * * *
O zamanlar Anadolu'da
40 bin tane köy vardı
Köylülere tarla, bahçe verdi
Köylü, buraları ekip biçti
Aç karnını doyurdu, mutlu oldu.
* * * *
Yollar, köprüler yaptı
Fabrikalar kurdu
Buralarda binlerce işçiye
İş imkanı sağladı
* * * *
Modern ve çağdaş okullar açtı
Öğrencilerin geleceğe yönelik
Bilgi ve beceriyle donanmasını sağladı
Bilimin ve aklın çizgisinden ayrılmadı.
* * * *
Atatürk'ten yana tarafım
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
Yaşayan herkesi Türk olarak kabul eder
Türk şereflidir, onurludur
Vatanına ihanet etmez.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

ATATÜRK 135 YAŞINDA
Yazan Ve Okuyan: Serdar Yıldırım
https://youtu.be/IYXJHC1Jtqs

Serdar Yıldırım
08 Temmuz 2023, 16:28
ATATÜRK İLKELERİ
İnsanlar, zor durumdaysa
Çaresizlik içinde kıvranıyorsa
Bir çıkar yol bulunamıyorsa
Mutlaka karanlık aydınlatılacaksa
Halkçılık ilkesini kullanmalısın.
* * * *
İnsanlar, fikir anlaşmazlığındaysa
Kargaşa yüzyıllardır sürüyorsa
Bir çıkar yol bulunamıyorsa
Mutlaka fikirler düzenlenecekse
Laiklik ilkesini kullanmalısın.
* * * *
İnsanlar, yönetimde sıkıntıdaysa
Her ağızdan bir ses çıkıyorsa
Bir çıkar yol bulunamıyorsa
Mutlaka yöneteni halk belirleyecekse
Cumhuriyetçilik ilkesini kullanmalısın.
* * * *
İnsanlar, seçtiğine güvendiyse
Seçilen halktan uzaklaşmışsa
Bir çıkar yol bulunamıyorsa
Mutlaka halk önemsenecekse
Devletçilik ilkesini kullanmalısın.
* * * *
İnsanlar, giyimde özensizse
Çağdaş çizgi dışındaysa
Bir çıkar yol bulunamıyorsa
Mutlaka uygarlık yakalanacaksa
Milliyetçilik ilkesini kullanmalısın.
* * * *
İnsanlar, fikirde tekdüzeyse
Hür düşünceye karşı çıkılıyorsa
Bir çıkar yol bulunamıyorsa
Mutlaka reform gerçekleştirilecekse
Devrimcilik ilkesini kullanmalısın.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------

KAHRAMAN ATATÜRK
Adın anılacak dünya durdukça
Sen en öndesin insanlık var oldukça.
* * * *
Yoktur bu dünyada benzerin, eşin
Vatanı kurtarmaktı senin işin.
* * * *
İngiliz, fransız, yunan toplandı.
Anadolu'da batağa saplandı.
* * * *
Geçilemez dedin, geçmeye geldi.
Yenilgi acısı içmeye geldi.
* * * *
Tuzak kurdular, seni yenmek için,
Sonunda kahroldular, neden, niçin?
* * * *
Planlar sonsuz güven altındaydı.
Düşman komutan ateş hattındaydı.
* * * *
Zafer mutlaktı, yenilgi imkansız.
Türk Ordusu çözülürdü, sancısız.
* * * *
Bir sen geldin, sen Mustafa Kemal'sin,
Bilemediler asla yenilmezsin.
* * * *
Savaş alanında düşmana çarptın,
Düşman pişman oldu, çok iyi yaptın.
* * * *
Kesin bir daha karşına çıkmazlar.
Bin yıl geçse de seni unutmazlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------------

BİR MUSTAFA KEMAL YARATMAK
Gerçeğinin tıpatıp benzeri
Beyni akıl dolu, oldukça zeki
Yaşadığı çağın çok ilerisinde
Dünya durdukça ışığıyla
Evreni aydınlatacak
Bir Mustafa Kemal yaratmak.
* * * *
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyan
Biz bu sınırlar içinde özgür ve
Bağımsız yaşamak istiyoruz diyen
Kurtuluş Savaşı'nı başlatan
Onca yokluğun arasında kaybolmayan
Türkiye Cumhuriyeti'ni yoktan var eden
Savaş meydanlarının yenilmez armadası
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük komutanı olan
Bir Mustafa Kemal yaratmak.
* * * *
Bir kurtarıcı olarak Çanakkale'ye gelmek
İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden ziyade
Bir buçuk yıl acımasız doğa koşullarıyla ve
Karla, kışla mücadele etmek
Tabancasından çıkan tek bir kurşunun izini sürmek
Düşman gemilerini Çanakkale'nin
Karanlık sularına gömmeden
Yağmur ve kar bulutlarını
Paramparça eden
Bir Mustafa Kemal yaratmak.
* * * *
Kağıt önümde, kalem elimde
Yeni bir şey yok dünümde, bugünümde
Aydınlık yarınlar vardır geleceğimde
Adım Serdar Yıldırım der, coşar, çağlarım.

SON

----------------------------------------------

ATATÜRK GİBİ OLMAYA ÇALIŞMAK
Atatürk, dünyanın gelmiş, geçmiş
En büyük insanı
O, bir önder, lider.
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyan
Askeriyle omuz omuza savaşan
Düşmana geçit vermeyen
Vatanı için, canını tehlikeye
Atmaktan çekinmeyen
Bir özgürlük sevdalısı.
* * * *
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran
Tarihe ismini altın harflerle yazdıran
En kült düşüncenin bile görmezden gelemeyeceği
Bir bağımsızlık sevdalısı.
* * * *
Başkalarına zarar vermemek şartıyla
İstenilen hayatın yaşanabileceği
Yenilene, içilene karışılmayan
Düşüncenin özgür olarak
İnsan beyninde şekillendiği
İnsana hayat veren öz güvenin
Sevgi ve barışta kesiştiği
Mutlaka savaş olacaksa
Bunun bilim ve teknolojide
İleri gitmek için, yapılacağı
Bir üstün güç sevdası.
* * * *
İnsanoğlu bir milyar yıldır dünyada var
Bu bir milyon yıl olarak kabul görür
Yine de tarih on beş - yirmi bin yıla
Sığdırılmaya çalışılır.
Bu durum insanlar tarafından kabul gördükçe
İnsanın atasını tanıması zor olur.
* * * *
Atatürk'ü sevelim
Devrimlerine sahip çıkalım
Dünyada yirmi dört tane İslam Ülkesi var.
Bunun yirmi üç tanesi iç çatışma ve
Karışıklık içinde.
* * * *
Atatürk, Atatürk diyelim
Güzelim Cumhuriyetimizi
Dış güçlere teslim etmeyelim
Özgür ve bağımsız yaşayalım
Atatürk ilke ve devrimlerinden ayrılmayalım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------------------------

ATATÜRK BİR DEHA
Deha, çağının çok ilerisinde
Fikirlerle donanmış demektir
Deha, özgür ve bağımsızdır
Tarz yaratır ve bu tarzı
İnsanlığın yararına kullanır.
* * * *
İnsanlığa yararı olsun diye
Ortaya atılan fikirler
Anında herkes tarafından
Kabul görmez.
* * * *
Orta çağ karanlığında yaşayanlar,
Yaşadığı çağdan ayrılmak istemez
İlerici fikirleri kabul etmez
Kendisi gibi gerici olmayanların
Önünü kesmeye çalışır.
* * * *
Cumhuriyet ilan edildikten sonra
Atatürk: Asıl savaşımız bundan sonra başlıyor, demiştir.
O'nun devrimlerine
En yakın arkadaşlarından karşı çıkanlar oldu.
* * * *
Ben maaşımı padişahtan alıyordum
Şimdi maaşımı kimden alacağım, diyenler
İstanbul'da her gün binlerce kişiye
Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı
Anadolu'ya gidelim,
Kurtuluş Savaşı'nı başlatalım, diyenler.
* * * *
Aradan zaman geçtikçe
Anadolu karanlıktan kurtuldukça
Kültür, Anadolu'yu aydınlattıkça
Ülkeyi terk edenler oldu.
* * * *
Bunlardan, Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra
Mustafa Kemal haklıymış, deyip
Geri dönenler oldu.
Aralarından milletvekili seçilenler oldu.
* * * *
Atatürk hakkında araştırma yapalım
Gerçekleri öğrenelim
Kendimiz bir tarz yaratalım
Atatürkçü olalım.
* * * *
İnsanoğlu beyninden prangaları söküp atarsa
En yüceye, en büyüğe ulaşır
Benim de, büyüğüm de
Yabancı güce boyun eğme
Sen Türk'sün, Türk olduğunu unutma.
* * * *
En büyük Türk Atatürk de
O'nun izinden git
Başka her türlü yol
Senin için, çıkmaz yol.

SON

Yazan. Serdar Yıldırım

------------------------------------------------------------

ATATÜRK GİBİ OLMAK
Halktan yana olmak
Halkla birlikte olmak
Yanlış kararlar alıp
Halkın nefretini kazanmamak.
* * * *
Öz güven sahibi olmak
Halka güvenmek
Halkın istemediği bir durumun
Yaşanmasına asla izin vermemek.
* * * *
Atatürk gibi olmak
Savaşta ve barışta
Halkın canını
Kendi canından üstün saymak.
* * * *
Atatürk gibi olmak
Bir tek vatandaşının canına
Kefil olmak
Vatandaşını koruyamıyorsan
Görevini bırakmak.
* * * *
Atatürk gibi olmak
Tarımda ve hayvancılıkta
Anadolu'nun ve Trakya'nın
Dünyada ön sıralarda olmasını sağlamak.
* * * *
Yönetimine geldiğin
Dünya durdukça var olacak
Türkiye Cumhuriyeti'nin
İleri gitmesini sağlamak.
* * * *
Atatürk, Atatürk demek
Atatürk ilke ve devrimleri
Işığında yolunu aydınlatmak
Başka her yolun karanlık
Olduğunun farkına varmak.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-----------------------------------

YA ATATÜRK OLMASAYDI?
Anadolu'da kilise çanları çalardı
Etnik azınlık Türkler, bundan rahatsız olurdu
Camiler kiliseye çevrilirdi
Ezan sesi duyulmazdı.
- * * *
Papazlar, hayata yön verirdi
Krallara taç giydirirdi
Beşe bölünen Anadolu'da
Beş krallık hüküm sürerdi.
- * * *
İngiliz, Fransız, İtalyan
Anzak ve Yunan Krallığı
Anzaklar kimdir derseniz
İngilizler tarafından
Çanakkale'ye getirilen
Avustralya yerlileri.
- * * *
Ey şimdiki zamanda yaşayan insan,
Sen hayatta olmazdın
Baban, annen var olmazdı
Onlar bu dünyaya gelmezdi
Seni dünyaya getirmek için,
Geleceği ezmezdi.
* * * *
Atatürk ilkeleri ve devrimleri
Işığında yolunu aydınlat
Sana başka önder gerekmez
Tek önderin Atatürk olmalı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------

DEVRİM ATEŞİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
Dünya Halkları' nın kardeşliği için,
Çalışan devrimciler,
İnsanlığın geleceğine ışık tutan,
Kültür yolunu aydınlatan,
Baskıdan, zorbalıktan uzak,
İnsan yaşantısına karışılmaz,
Bilinci üstüne kurulan,
Atatürkçü fikir ve düşünce sistemi.
* * * *
Bir arkadaşımla akşamdan başlayan,
Sabaha kadar süren konuşmalarda,
İlk zamanlar beni sessizce dinleyen,
Ayakkabı tamircisi arkadaşımın,
Gecenin bir vakti aniden beliriveren
Çakmak çakmak bakışları:
Yediğime, içtiğime kimse karışamaz.
Bu konuda teklif bile sunulamaz,
Dediğini unutamadım.
* * * *
Kırtasiye dükkanımın yanına
Tamirci dükkanı açtığında,
Hayatın akışına kapılıp,
Savrulup gitme durumu vardı.
Zamanla gerçekleri öğrendi, bilinçlendi.
Araştırdı, anlattıklarımın doğruluğuna inandı.
Atatürk, en büyük devrimcidir, dedi.
Devrimciliğin önde gelen savunucusu oldu.
Sonraki konuşmalarda bir ben söyledim, bir o anlattı.
Anlattıklarıyla kültür yolunu aydınlattı.
* * * *
Aradan 5 yıl geçti.
Arkadaş, o dükkandan taşındı.
Ben anılardan rahatsız oldum.
Ayları gün diye hesap ettim.
Ben de dükkanımdan taşındım.
* * * *
Sonradan görüşmemiz devam etti.
Genelde ben arkadaşı yeni dükkanında rahatsız ettim.
Akşamdan sabaha konuşmamız devam etti.
Engelleri yıktık, kötüleri cezalandırdık.
* * * *
1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim.
Yayınevleri beni pas geçti.
İngiliz, fransız olsan,
Hikayelerini kitap olarak basardık.
Türk'sün, yazdıklarını çöpe at dediler.
* * * *
3-Eylül-1997 yılında Ayla ile evlendim.
38 yaşındaydım, internet böylesine yaygın değildi.
1999 yılında oğlum Serkan dünyaya geldi.
Birkaç ay sonra tamirci evime geldi.
Araba almış, yanında 4 işçi çalıştırıyormuş.
Bankada param var, iki katlı villa aldım, dedi.
Nasıl böyle zengin oldun, dedim.
Hep senin anlattıkların,
Soruları cevapladım, olayı çözdüm, dedi.
* * * *
Ben soruların cevabını bulamadım.
Babam öğretmendi, zor geçiniyordu.
Ben şimdi zar-zor geçiniyorum.
Ben devrimciyim ve Atatürkçü kalmak istiyorum.
* * * *
Neden bunları yazıyorum?
Önemli olan, insanlığın geleceği.
Hiçbir canlı isteyerek dünyaya gelmez.
Milliyetini, dinini seçme şansı yoktur.
Bütün dinler, taraftarına cennet vaat eder.
Her din kendi dininin en üstün olduğunu öne sürer.
* * * *
Şu son 3 yıldır sadece Atatürk Şiirleri yazıyorum.
Kıyısından, köşesinden olaya girmek zorundayım.
Bazı konularda yapılan hataları onarmak zorundayım.
İnsanlığın geleceği üstüne yapılan kurgunun ayarını yapmak zorundayım.
Bu fikirleri yüzlerce, binlerce insana ulaştırmak zorundayım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:27
KELOĞLAN MÜCEVHER AĞACI
Zaman gelmiş, zaman geçmiş. Günler gelmiş, aylar geçmiş. Aylar gelmiş, yıllar geçmiş. Keloğlan yirmi iki yaşına girmiş, nereden duyduysa adını duymuş, kafasında iyice yer etmiş, mücevher ağacını bulmak üzere yola çıkmış. Keloğlan gele geçe, pınardan soğuk su içe, yolu bir ormana düşmüş. Ormanın adını sorarsanız, Keloğlan bilmez, bana sorarsanız ben hiç bilmem, ağaçlarla dolu bir yermiş. Keloğlan sağına bakmış ağaç, soluna bakmış ağaç, gitmiş gitmiş hep ağaç. Bu durum kafasında şöyle bir çağrışım uyandırmış: Bu ağaçlar, topraktan çıktığına göre, ağaçları toprağın saçları sayarsak, bu orman saçlı bir adamın başına benzer. Saçları olmayan kel birinin başı, ağaçsız bir toprağa benzediğine göre, bu ormana Keloğlan Ormanı demek doğru olmaz.

Keloğlan, ormanda yolunu kaybetmemiş ve ağlamayan, on sekiz yaşında genç bir kızla karşılaşmış. Keloğlan sormuş: “ Güzel kız, ormanda kayboldun mu? Anan, baban nerede? Hangi köydensin? Söyle de seni köyüne gö türeyim. “
Bunun üzerine genç kız şöyle demiş: “ Bu ne soru kalabalığı böyle? Ortada sincap yok, kuyruğu yok, sincabın ağırlığını tahmin etmeye çalışıyorsun. Sincap iki kilo gelse sana ne, dört kilo gelse bana ne? Gelelim çimenin faydalarına: Bu ormanda kaybolmadım. Anam, babam evdedir. Yapraklı Köyü’ndenim. Ormanın ne tarafında kalır bilir misin? “
“ Yapraklı mı? Adını hiç duymadım. Ormanın ne tarafında kalır, ne bileyim? “
“ Hani az önce seni köyüne gö türeyim falan diyordun da. “
“ Ha, doğru ya, öyle dediydim. Seni bu koca ormanda yalnız görünce öyle şaşırdım ki, ne dediğimi bilemedim. Deyiverdim işte. Kız adın ne senin, söyleyiver de bileyim. Konuşma tarzın güzel de, bir acayibime gitti. “
“ Bravo, konuşma tarzım bir kulağından girip ötekinden çıkmamış. O zaman söylediklerim iki kulağına küpe olsun. Benim adım Fatma ama erkek Fatma diye bilirler beni. Anadolu’da Fatma çoktur ama erkek Fatma deyince bir ben akıllara düşerim. “
“ Fatma. Hem erkek hem Fatma. Ne iş? “
“ İnce iş. “
Daha sonra Keloğlan başından takkesini çıkararak şöyle demiş: “ Fatma, söyle bakalım, ben kimim? “
Bunun üzerine Fatma sağ kaşını yukarı kaldırarak bir süre Keloğlan’ı süzmüş: “ Dur bakalım! Yoksa sen şu Keloğlan mısın? “
“ Peh, nasıl da bildin. Ama adım ne diye sormasam, dikkatini toplayamazdın. “
Fatma, Keloğlan’ı bir kucaklamış ki, Keloğlan ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiş.
“ Dur kız! Fatma! Bir gören olacak. Sonra ne derler? Bırak beni. “
Fatma, Keloğlan’ı bırakmış: “ Bu ormanda bizi gören olmaz. Hem görseler bana ne? Dünyanın en ünlü macera kahramanına sarılmışım, kime ne? Vay be! Hal ve gidiş pekiyi. Durum vaziyetleri çok iyi. Çocukluğundan beri yaşadığın olayları bizim köyde hikâye diye anlatıyorlar. Bir zamanlar padişah da olmuşsun. Kaç yaşındasın? “
“ Yirmi iki yaşındayım. “
“ Yirmi iki mi? Yok canım, inanmadım. Şuna yirmi diyelim, ne dersin? “
“ Tamam, olur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Benim de işime gelir yirmi yaşında olmak. Dur bakalım, sen kaç yaşında olabilirsin? On sekiz yaşında varsın. “
“ Hey be! İşte size iyi bir tahminci. Keloğlan olsun da benim yaşımı bilemesin? Keloğlan olsun da atıp tutturamasın? Doğru bildin, on sekiz yaşındayım. Sana Keloğlan, Keloğlan diyorum ama yaşın benden ileride. Acaba adınla hitap etmeme izin çıkar mı? “
“ Sen bilirsin be, Fatma. Benim adım Keloğlan. Tabi ki, adımla hitap edebilirsin. Senden küçük beş, on yaşında çocuklar bana Keloğlan derler. Aslında adım İbrahim ama anam bile bana Keloğlan der. “
Daha sonra Keloğlan üstünde altınlar, elmaslar, zümrütler dolu olan mücevher ağacını bulmak ve onları toplayıp, fakirlere dağıtmak istediğini söylemiş.
Bunun üzerine Fatma: “ O topladıklarının bir kısmını kendine ayıracaksın, değil mi? “ diye sormuş.
Keloğlan: “ Yok, öyle şey yok. Bir tekini bile kendime ayırsam elime yapışır. “
“ Ben de seninle gelsem, kendime bir kese altın, elmas, zümrüt alabilir miyim? “
“ İstersen al, sana karışmam ama benimle gelmene anan, baban izin verir mi? “
“ Bunun kolayı var. Bizim köye gideriz, izin isteriz. Köydekiler, meşhur Keloğlan’ı görürler. “

Köyde, Keloğlan coşkulu bir şekilde karşılanmış. Eğlenceler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş. Fatma’nın Keloğlan’la gitmesi için, izin çıkmış. Keloğlan dönüşte bu köye uğrayacağına dair köylülere söz vermiş. Köyden ayrıldıktan sonra, Fatma’nın elinde çuval olması, Keloğlan’ın dikkatini çekmiş. Keloğlan sormuş: “ Fatma, o çuval nedir? Neden onu gö türüyorsun? “
“ Mücevher Ağacı’ndan kendime ayıracaklarımı buna dolduracaktım. “
“ Ne, buna mı? Bu dünyanın mücevherini alır, taşıması sorun olur. Bu dolunca belki geriye bir avuç mücevher kalır. “
“ Tamam işte. Sen de o bir avuç mücevheri bizim köyde dağıtırsın. Dünyada benden fakir insan bulamazsın. Tek dikili fidanım bile yok. On sekiz yaşındayım, çeyiz bohçamda bir parça kumaş yok. Bohça bomboş. Çuval mücevher dolu olunca bana tüy gibi hafif gelir. “
Keloğlan, Fatma’nın uyanıklığına ve sirke gibi keskin zekâsına hayran kalmış. Keloğlan ile Fatma, dağ-taş yürümüşler, kasabalardan, köylerden geçmişler, soğuk sulardan içmişler ve sonunda içinde mücevher ağacının bulunduğu kutsal toprakların yakınındaki bir köye gelmişler. Keloğlan köydekilere durumu anlatmış. Köydekiler, buna çok sevinmişler. Keloğlan ve Fatma’nın yanına yol gösterici olarak Hasan’ı verip, yola çıkmasını öğütlemişler. Keloğlan dönüş yolunda nasılsa bu köyden geçecekmiş. Keloğlan’ın bu köyde dağıtacağı mücevherler şimdiden göz kamaştırmış.

Mücevher Ağacı bu köye çok yakınmış ama bu köyden birinin mücevherleri dalından koparması yasakmış, çünkü o zaman Mücevher Ağacı’nın kuruyacağına inanıyorlarmış. Köydekiler, her gittikleri yerde Mücevher Ağacı’nı anlatırlar, yerini tarif ederlermiş. Mücevherler toplandıkça yenisi çıkarmış.
Keloğlan, oradaki köyden Hasan’ı aldıktan sonra, Fatma ile birlikte yola çıkmışlar. Üçü birlikte ileri doğru yürümüşler. Daha sonra bir dereye varmışlar.
Köylü Hasan: “ İşte geldik. Bu derenin adı Hırçın Dere. Dereyi geçtik miydi, kutsal topraklar başlıyor. “
Fatma: “ Hırçın Dere dedin de, bu derenin neresi hırçın? Sakin sakin akıp gidiyor.”
Köylü Hasan: “ Fatma, sen onun adına aldanma. Adı hırçındır ama akışı hırçın değildir. Sessizce akıp gider. Kendimi bildim bileli adı Hırçın Dere’dir. Eskiler adına öyle demişler. Dereye girmeden paçaları sıvayalım. Korkmayın, bu derenin en derin yeri diz boyunu geçmez. “
Derenin karşı kıyısına ulaştıklarında köylü Hasan: “ Buradan ilerisi göz alabildiğince kutsal topraklardır. Mücevher Ağacı, Uzun Dede türbesinden ileridedir.
Fatma: “ Neden adına Uzun Dede demişler. Boyu iki metre var mıymış?
Köylü Hasan: “ Uzun Dede çok eskiden yaşamış. Boyu iki yaşındayken iki metreymiş. Yirmi yaşına gelince yirmi metre olmuş, artık uzamamış. Altı yüz yaşını aşkın ölmüş. Yedi yüz, sekiz yüz hatta bin yaşında ölmüş diyenler var. “
Fatma: “ Gerçekleri araştırsaydın. Bilgi, belge bulsaydın. Bakalım bunlar doğru mu? “
Köylü Hasan: “ Herhalde doğrudur. Öyle gelmiş, böyle gidiyor. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıp kendimi zorlayacağıma, öyle olduğuna inanıvermek kolayıma gitti. Ne anlattılarsa, ne duyduysam peki dedim. Temsilde, tek başıma bir orduyla savaşacağıma, ordunun saflarına katılıverdim, oldubitti. “
Fatma: “ Sence bir kişi, bir orduyu yenemez mi? “
Köylü Hasan: “ Belki karşı durabilir ama ne zamana kadar? Koskoca bir ordu bir kişiye yenilmez. Bundan ötesine benim aklım ermez. Her neyse artık kutsal topraklar üzerindeyiz. Bu kutsal topraklar da tüm yorgunluğumu aldı. “
Fatma: “ Bu toprağın derenin ötesinde kalan topraktan ne farkı var? İkisinin de üstü çayır, çimen, üzerinde ağaçlar var. Böcek, karınca bunda da var, onda da var. Ya ikisine kutsal de, ya da ikisine deme. Toprak işte, kutsallık bunun neresinde? “
Köylü Hasan: “ Toprağın ikisi de toprak fark yok ama bu kutsal topraklarda Uzun Dede doğmuş, büyümüş. Toprağın her zerresinde, onun ayak izleri varmış. Buralarda basmadık yer bırakmamış. Onun için buralara kutsal topraklar denmiş. Kutsal adamın bastığı yerler kutsal sayılır. “
Fatma: “ Uzun Dede de mi kutsalmış? “
Köylü Hasan: “ Tabi kutsalmış. “
Fatma: “ Buna inanayım mı? “
Köylü Hasan: “ İnanırsın, inanmazsın. Bu sana kalmış. Seni zorlayan yok. Paşa gönlün bilir.”
Fatma: “ İnanmazsam cezalandırılır mıyım? “
Köylü Hasan: “ Cezalandırılmazsın. Kimse sana ceza kesemez. Kutsallık sadece fikirde, düşüncede vardır. Böyle konularda zorlama olmaz. Şudur, şöyledir, başka fikir öne süremezsin, değişik düşünemezsin, diyerek kimse kimseyi kandıramaz. “
Fatma: “ Hasan Ağa, Uzun Dede zamanında yaşamak ister miydin? Her gün görüşürdünüz, konuşurdunuz. Kim bilir sana neler anlatırdı? Hizmetinde bulunurdun ve sevgisini kazanırdın. “
Köylü Hasan: “Nerede bende o şans? Keşke eski zamanlarda yaşasaydım ve Uzun Dede’ye can yoldaşlığı yapsaydım. Artık bu mümkün değil. Ölen dirilmeyeceğine, Uzun Dede geri gelmeyeceğine göre, imkânsız konulardan bahsetmeyelim. Fatma istersen imkânlı konulardan bahsedelim. Bilir misin Uzun Dede pek çok keramet göstermiş. Bir keresinde, buralarda kuraklık olmuş. Halk, toplanıp Uzun Dede’ye gitmiş ve yağmur yağdırmasını rica etmiş. Uzun Dede, es demiş, rüzgâr esmiş, yağ demiş, yağmur yağmış. Bir keresinde, parmağını toprağa sokmuş, su fışkırmış. Yirmi metrelik Uzun Dede’nin parmağı bir metreymiş. Sonradan oraya çeşme yapmışlar. Yolumuzun üstünde, aradan kaç yüzyıl geçmiş hala akıyor. Birer tas su için, bakın Uzun Dede Pınarı’nın suyu kendinden tatlıdır. Ne oldu Fatma, bakıyorum sesin kısıldı. Buna da yalan desene. “

Keloğlan, Fatma ve köylü Hasan, Uzun Dede Pınarı’nın suyundan bolca içmişler. Su, şerbet gibi tatlıymış. Daha sonra köylü Hasan ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “ Arkadaşlar, sizinle sohbetin tadına doyum olmuyor ama buraya kadarmış. Bundan sonra yola bensiz devam edeceksiniz. Patika yol, sizi Mücevher Ağacı’na gö türür. Dönüş yolunda başka yol aramayın. Bu, zaman kaybı olur. İlla ki, bizim köyden geçeceksiniz. Ee beni de bolca görürsünüz. Her attığım adımın hakkını isterim. Size boşuna kılavuzluk yapmadım değil mi? “
Bunun üzerine Keloğlan: “ Tamam, Hasan Ağa. Sana bolca, sizin köydekilere azarca dağıtacağız. Sonrasında geriye bana ne kalacak da, fakirlere dağıtacağım. “
Köylü Hasan: “ İyi dedin, Keloğlan. Yalnız benden duymuş olma, ben ve bizimkiler senin elinde ne varsa sahipleniriz ama toplayıcının yanındakine karışmayız. Ondan hak iddia etmeyiz. Fatma’nın elindekiler firesiz geçer. Bilmem durumu anladın mı? “

Fatma’nın elindeki çuvalı Keloğlan’a gösterip gülümsediğini gören köylü Hasan:“ Bak Keloğlan, Fatma işin gerçeğini anlamış, sor da sana anlatsın. Yolunuz açık, çuvallarınız dolu olsun. Hemen düşün yola erken dönesiniz, sizin için yoruldum beni de göresiniz. “
Köylü Hasan’dan ayrıldıktan sonra Keloğlan, Fatma’ya dönerek: “ Fatma, gördün mü? Adamlar, işlerini menfaat üstüne kurmuş. Gidene ağam, gelene paşam diyorlar ama ceplerinin dolduğuna bakıyorlar. Bunların dümen suyuna girersen, senden iyisi yok. Altı patlar, üstü çatlar, bu fikirler, beni dörde katlar. “
Fatma: “ Kusura bakma Keloğlan, ama senin düşüncelerin eski zamanda kalmış. Keserle tahtayı kerterken, yongayı kendi tarafına toplayacaksın. Benim bu çuval ne seni, ne beni aç bırakmaz. “

Fatma’nın söylediklerini ağzı açık dinleyen Keloğlan, daha sonra Fatma’nın dile getirdiği teklifi kabul edip, Fatma ile evlenmiş. Nikâhı Keloğlan kıymış. Geceler geceleri gündüzler heceleri kovalamış. Sonunda, Keloğlan ile Fatma, Mücevher Ağacı’na varmış. Mücevher Ağacı’nın dalları zümrüt, elmas ve yakutla doluymuş.
Keloğlan’ın takkesini çıkararak Mücevher Ağacı’nın karşısına oturmasına aldırmayan Fatma, yanında getirdiği çuvalı açarak alt dallardaki mücevherleri toplamaya başlamış. Dikkatle Fatma’yı izleyen Keloğlan, Fatma’nın ne kadar hızlı hareket ettiğini görünce şaşırıp kalmış. " Ey sen hırslı insan! Şu Fatma’nın hızını görsen dilini yutardın. Be kardeşim, insan bu kadar mı hırslı olur? Bin sene değil, on bin, yüz bin sene yaşasan topladıkların sülalene yeter. Bu kadar hırs niye? “

Aradan zaman geçmiş, Fatma çuvalı doldurmuş, çuvalın ağzını bağlamış, çuvalın ipini beline dolamış. Keloğlan ağaca çıkmış, üst dallarda kalmış mücevherleri kesesine ve ceplerine doldurmuş. Dönüş yolunda Keloğlan ile Fatma, Hasan’ın köyüne uğramış. Keloğlan’ın bir karışlık kesesi, bir dakikada boşalmış. Fatma ise, Hasan’dan eşeğini bir avuç elmasa satın almış. Mücevher dolu çuvalı eşeğe yüklemiş. Keloğlan ile Fatma, günler sonra Fatma’nın köyüne varmış. Bir çuval mücevheri gören köylülerin ağzı kulaklarına kadar açılmış. Yüzlerce köylü, Fatma ile eşeğin etrafına toplanmış. Oynayanlar, zıplayanlar, takla atanlar pek çokmuş. Keloğlan kenarda, kıyıda tek başına kalmış. Buraya ilk geldiğinde iltifat edenler ortada yokmuş.
Keloğlan sol eliyle takkesini çıkarıp, sağ eliyle başını kaşımış, sonra iki elini beline dayayıp etrafına bakınmış. Demek bu köyde benim hiç değerim yokmuş, diye düşünmüş. Cebinden çıkardığı iki elması yakınındaki iki köylüye vermiş. Keloğlan elmas dağıtıyor, diye köylüler bağırmış. Köy halkı, Keloğlan’ın peşine düşmüş. Keloğlan kaçmış, köylüler kovalamış. Keloğlan ormanda izini kaybettirip, köylülerden kurtulmuş.

Ertesi gün Fatma’nın yanına gelen Keloğlan birkaç günlüğüne köyüne gideceğini ve oradaki fakirlere mücevher dağıtacağını söylemiş. Eğer yolda fakir görürsem onları boş geçmem, demiş.
Fatma: “ İyi git Keloğlan, ceplerindeki bir avuç mücevherden başka neyin var? O kadarı kime yeter. “ demiş.
Keloğlan: “ Var canım, olmaz olur mu? Sen çuvalı doldurur gelirsin de Keloğlan o kadarcık mücevhere kanar mı? Bak mintanımın altı mücevher dolu, demiş ve mintanın üstünü çıkarmış. Yola çıkmadan önce anama iki fanilamı alttan diktirmiş ve içine cepler yaptırmıştım. Ben bu yolculuğa fakirler için çıktım ve onlara destek olacağım. İtiraf et Fatma, sen bile bu ince düşüncemi anlamadın, değil mi? “
Fatma: “ Doğru, ben bile anlamadım. Sana boşuna Keloğlan dememişler. Karlar altındaki bir köye gider, buz satarsın. Güle güle git Keloğlan, fakirlere mücevherleri dağıt, onları sevindir. Ben de bu çuvalın bir kısmını vereyim, fakirlere dağıt, bir kısmını da bu köyde dağıtacağım. Kalan yarım çuval mücevher ikimize yeter. “
“ Aslan Fatma, o bir çuval mücevheri kendine saklayacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi gözümde öyle bir büyüdün ki sorma. “
Keloğlan bir gitmiş, pir gitmiş. Mücevherleri fakirlere dağıtıp, Fatma’nın köyüne dönmüş. Daha sonraki günlerde Keloğlan ile Fatma, bir konak yaptırmış ve bu konakta yaşamaya başlamış. Köye gelişleri bir yılını doldurmuş ki, bir oğulları olmuş. Adını Ali koymuşlar. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:29
800 VE 1500 METRE TÜRKİYE ŞAMPİYONUYDU
Yıl 1975. Galip 800 ve 1500 metrede gençler dalında Türkiye Şampiyonu olmuş ve milli formayı sırtına geçirmişti. Girdiği her yarışta birinci oluyordu. Galip büyükler dalında da birinciliklerini sürdürdü. Artık milli takımın değişmez koşucusuydu. Bu güzel insan, Avrupa Şampiyonu olmayı çok istiyordu. Türk Bayrağı'nı gönderde dalgalandırmak en büyük hayaliydi. Birkaç kez askerliğini erteletmişti.
23 yaşında askere gitti. Askerden geldikten sonra da başarılarını sürdürdü. Birinci olana kupa, madalya veriyorlardı ama para veren yoktu. Zengin işadamları aslansın, kaplansın diyorlardı ama iş veren yoktu, aş veren yoktu. Fabrikanda işçi statüsüne alsan ve O'na bir asgari ücret maaş bağlasan ne kaybederdin? Formasına fabrikanın reklam yazısını koyabilirdin. Bunun için bir ücret ödeyebilirdin. Koşmak karın doyurmayınca şampiyon Galip sınav kazanıp memur oldu.

Aradan yıllar geçti. Yıl 1991. Ben 32 yaşındayım, Galip ile aynı yaştaydık. Bursa Atatürk Stadyumu'nda koşuyordum. Baktım Galip gelmiş, koşucular etrafını sarmışlar. Ben de yanlarına gittim, tokalaştık. Memur oldum, dört yıldır ilk kez buraya geliyorum, dedi. En az yirmi kişi vardı. Aralarında ilkokula, ortaokula giden arkadaşlar da bulunuyordu. Galip önde, öbür arkadaşlar iki yanında ve arkasında yavaş bir tempoyla koştuk. Üç tur sonra Galip, bu kadar yeter, dedi, yoruldum. Nefes nefeseydi. İçim acıdı, üzüldüm, kahroldum. O fırtına adam, 1200 metrede bitmişti.
Sen yüksek tempoyla iki saatte on tane 1500 çeken bir koşucuydun Galip. Bu tempoyla iki karışlık koşuda yorulmazdın. Bitti ama göz göre göre bitirdiler. Böylesine yetenekli ve çalışma azmiyle dolu sporcular ender çıkıyor. İlgisizliğin, vurdum duymazlığın nice genç atletleri pistlerden uzaklaştırdığını gördüm. Belki bu hikayeyi okuyanlardan yönetici veya firma sahibi olanlar vardır ve onlar amatör sporculara olanak sağlarlar.

------------------------------------------------------

MİLLİ BOKSÖR MUSTAFA GENÇ İLE İLGİLİ BİR HİKAYE
1975 -– 1978 Yılları arasında futbol oynamamın yanı sıra geceleri Bursa Atatürk Stadyumu'nun yanındaki Spor Sarayı'na gider, ağırlık çalışırdım. Spor Sarayı'nın giriş kapısındaki bekçi birkaç taneydi. Bir gün biri, diğer gün başka biri beklerdi. Genelde ağırlık çalışanlara yalnız geldiyse halter salonunun anahtarı verilmez, bekle, bir arkadaşın daha gelsin, denirdi. Hava kararırken geldiğim için, çoğu zaman Spor Sarayı'nın kapısında beklerdim.

İşte böyle zamanlardan birinde, Avrupa'da isim yapmış, Balkan şampiyonu ve defalarca Türkiye şampiyonu olmuş, boksör Mustafa Genç kapıya geldi. Spor Sarayında halter salonunun yanı sıra boks salonu, basketbol sahası, judo ve güreş salonu gibi bölümler mevcuttu. Mustafa Genç gelir gelmez, kapıda bekleyen sporcular etrafını sarıp, onunla konuşmaya başladılar.

Mustafa Genç, bütün bir gün fabrikada asgari ücretle çalışarak yorulmuş, sol elinde çantası, sağ elinde simit vardı ve ayaküstü akşam yemeğini yiyordu. Akşam yemeği bir kuru simit? Hani bunun gazozu, ayranı. Ailesini geçindiriyor ve ancak bu kadarına aldığı ücret yetiyor. Avrupa Şampiyonası'nda rakipleri Fransız, İngiliz, Romen, İtalyan boksörler günde 8 saat boks antrenmanı yapıyor. Maaşları üst düzeyde, evleri, arabaları var. Gelecek korkuları yok, yemekler köfteler, dolmalar bolca, düzenli vitamin alıyorlar. Mustafa Genç, bu yaşam farkına karşın, yine de rakipleriyle başa baş maçlar yapıyor ve çoğu zaman galip geliyorsa inanılmazı gerçekleştiriyor demektir. Son olarak Mustafa Genç oradakilere şunları söyledi:“ Ben de rakiplerimle aynı hayat standardına sahip olsam, simit yerine yemek yesem, dünyada beni kimse yenemez. “

Çevrenizde amatör sporcular vardır. Koşucu, boksör, güreşçi, bisikletçi, futbolcu, halterci. Onlara yardım edelim. Bir kutu süt, bir kavanoz bal hediye edelim. Bunu yapamıyorsanız fikir bakımından destek olun. Spor hayatında başarılar dilerim deyin. Bakın onlar buna ne çok sevinecekler. Belki sonradan Türkiye'yi yurt dışında temsil eder ve Türk Bayrağı'nı gönderde dalgalandırırlar.

SON

Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:30
KIZILDERİLİ MASALI
Evvel zaman içinde küçük bir oğlu olan bir Kızılderili reisi varmış. Bu Kızılderili reisi oğlunu usta bir avcı olarak yetiştirmek istediğinden her gün ormana avlanmaya götürürmüş. Günlerden bir gün ormanda avlanırken, Kızılderili reisin oğlunu maymunlar kaçırmış. Kızılderili reisi daldan dala atlayarak kaçan maymunları uzun süre takip ettikten sonra izlerini kaybetmiş. Daha sonraki birkaç gün oğlunu arama çabalarını sürdüren Kızılderili reisi, umudunu kaybetmiş ve üzgün bir şekilde kabilesine geri dönmüş.

Aradan günler geçmiş. Fakat geçen günler gideni geri getirmediğinden üzüntüsü artan Kızılderili reisi, oğlunu bulmadan rahat olamayacağını anlayarak, en güvendiği adama kabilenin yönetimini bırakmış, oğlunu aramaya çıkmış. Kızılderili reisi yıllarca dağlarda, ormanlarda oğlundan bir iz bulmak umuduyla dolaşmış, durmuş. Oralarda gördüğü avcılara maymunların kaçırdığı oğlunu anlatmış. Oğlunun akıbeti hakkında bir şey bilip bilmediklerini sormuş. Avcılar böyle bir durumdan haberleri olmadıklarını söylemişler. Kızılderili reisi yılmadan, usanmadan arayışlarını sürdürmüş. Dağlarda, ormanlarda yüzlerce kez ölümle burun buruna gelmiş. Pek çok vahşi hayvanla gırtlak gırtlağa gelerek hayatını savunmuş. Yaralarını kendisi tedavi etmiş. Kızılderili reisin akıllara durgunluk veren var olma savaşını ve oğlunu bulmak için gösterdiği sonsuz gayreti sürekli olarak izleyen Manitu, sonunda, onun oğluna kavuşması gerektiği düşüncesinden yola çıkarak yardımcı olmaya karar vermiş.

Bir gün, bir ormanda Kızılderili reisi oğlunu ararken, yerde yatan yaralı bir maymun görmüş. Kızılderili reisi maymuna biraz su içirince, maymun gözlerini açmış ve Manitu’nun izniyle dile gelmiş: “ Reis biliyorum, oğlunu arıyorsun. Merak etme, yakında oğluna kavuşacaksın. Oğlunu maymunlar sultanı kaçırmıştı. Çok yaşlanmıştı. Tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Diğer maymunları ise sultan olabilecek yeterlilikte görmüyordu. Senin oğlunu görünce çok beğendi. İşte maymunların yeni sultanı dedi. Yaşlı sultan birkaç yıl sonra öldü. Senin oğlun maymunların sultanı oldu. Yaşı küçüktü ama çok cesurdu, çok yetenekliydi. Hiçbirimiz onun gözlerine bakmaya cesaret edemiyorduk, ondan korkuyorduk. Bu korku, ona duyulan saygının bir nedeni olsa gerek. Ayrıca çok da adaletliydi. Maymunlar arasındaki ilişkilerde olsun, maymunlarla diğer ormanlılar arasındaki ilişkilerde olsun haksızlık olmasına, hak yenmesine izin vermezdi. Doğruluk onun temel prensibiydi. Bu nedenlerden dolayı ona birer köle gibi itaat ettik. Şimdi on sekiz yaşında ve genç bir insan oldu. Uzun boylu, yakışıklı ve hayli güçlü. Birkaç gündür bu ormanda bulunuyor. Nedenini bilmiyorum. Güneşin battığı yöne doğru git. Onu yerde değil, ağaç dalları arasında ara. Ararken de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye ara sıra bağırırsın. O, senin çağrına uyarak yanına gelir. Benim adım Bonte’dir. Daldan dala atlarken yere düştüm. Sıradan bir maymun sayılırım. Ölümüm fark edilmez bile. Bunlar son sözlerimdir. “
Kızılderili reisi Bonte’yi gömdükten sonra güneşin battığı yöne doğru uzun süre gitmiş. Arada bir de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye bağırmış. Nihayet ağaç dalları arasında genç sultan gözükmüş ve aşağı inerek babasının yanına gelmiş. Baba oğul daha sonra hasretle kucaklaşmışlar.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kızılderili reisi oğluna; “ Gel oğul, kabilemize dönelim. Ben orada, sen de benim yanımda gereksin. Kabileden güzel bir kız seçer, evlenirsin, bana bir torun verirsin “ deyince oğlu da “ Baba hakkın var, söylediklerin olacak. Fakat hemen seninle dönmemi isteme benden. Nedenini de sorma. Sadece sen kabileye döndükten sonra benim de geleceğimi bil yeter. “
Kızılderili reisi oğlundan ayrıldıktan iki ay sonra kabilesine geri dönmüş. Döner dönmez de kıskıvrak yakalanıp işkence direğine bağlanmış. Gün dönmüş, akşam olmuş. Tamtamlar çalmaya başlamış. Orta yere yakılan ateşin çevresinde Kızılderili savaşçılar toplanmışlar ve reisin gelerek töreni başlatmasını bekliyorlarmış. Az sonra büyük çadırdan reis çıkmış ve tören alanına doğru yürümeye başlamış. İşte tam bu sırada korkunç bir çığlık duyulmuş, çığlığı atanın bir sarmaşığa tutunarak alana indiği ve reisin üstüne atıldığı görülmüş. Maymunların sultanı reisi etkisiz hale getirip ayağa kalktıktan sonra bir ıslık çalarak yüzlerce maymunun alana gelmesini sağlamış.

Ne olup bittiğinin farkına varamayan ve şaşkın bir halde bakınıp duran Kızılderili savaşçıları maymunlar sultanının “ Ben işkence direğinde bağlı olan reisin oğluyum. Birçoğunuz beni hatırlarsınız. Maymunlar beni kaçırmıştı. Sonra ben maymunların sultanı oldum. Burada yüzlerce maymun var, ormanda ise binlerce. Silahlarınızı atın ve teslim olun. Hiçbirinize bir şey olsun istemem. Babam yine reisiniz olacak ve kabilede eskisi gibi her şey çok güzel olacak “ demesi üzerine silahlarını atıp teslim olmuşlar. İşkence direğinde bağlı bulunan babasını kurtaran maymunların sultanı, daha sonra babasının yıllar önce kabileden ayrılırken yönetimi bıraktığı en güvendiği adamı ve birkaç Kızılderili’yi bir çadırda bağlı olarak bulmuş ve kurtarmış.
Maymunların sultanı iki yıl önce kabilesine geri dönerken ormanda çocukluk arkadaşlarından birkaçına rastlamış. Onlardan kendisi kaçırıldıktan sonra babasının onu aramaya çıktığını ve kabilenin yönetimini en güvendiği adama bıraktığını öğrenmiş. Fakat altı ay önce bir komplo ile yönetim değişikliği olduğunu ve şimdiki reisin yönetimi ele geçirdiğini söylemişler. Hiç mi hiç memnun değillermiş yeni reisten. Bunun üzerine maymunların sultanı kabileye gitmekten vazgeçmiş ve babasını aramaya çıkmış. Sonunda babasına kavuşan maymunların sultanı babasını kabileye geri dönmeye ikna ettikten sonra maymunlarıyla birlikte babasını takip etmiş. Babasının hiçbir şeyden haberi olmaması lazımmış, çünkü hazırladığı planında zorba reisin şüphelenmemesi ve onu kabilenin gözü önünde alaşağı etmek varmış. Maymunların sultanı babasına verdiği sözü tutarak kabileden güzel bir kızla evlenmiş. Doğruluk ve adalet ilkelerinden ödün vermeden yaşamını sürdürmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:31
HOROZUN FENDİ TİLKİYİ YENDİ
Tilki, birkaç gündür çiftliğin etrafında fırıldak gibi dönüyordu. Bakışlarındaki bütün dikkat çiftlik evinin yan tarafındaki tavuk kümesinde toplanmıştı. “ Ah “ diyordu, “ Ah, şu semiz tavuklardan birisini, ikisini yakalasaydım da çıtır çıtır yiyiverseydim, ne olurdu sanki? Karnım doyardı, sonra da güzel bir uyku çeker yarına kadar yiyecek derdim olmazdı ” diye düşünürken çiftlik sahibinin kümesin önündeki kuyudan su çekmeye gittiğini gördü. Kaşlarını çattı. Yüksek sesle: “ Fakat bunlar rahat bırakmazlar ki, adam, karısı, oğlu, kızı sabah gün doğarken kalkarlar, bütün gün çiftliğin avlusunda oraya buraya koşuştururlar. Ne zamana kadar? Ta akşam oluncaya kadar. Peki akşam olunca bunlar yatar uyurlar da meydan bana mı kalır? Yooo… Gecelerin hakimi Popsi’dir. Benim gibi üç tanesini bir araya getirsen ancak bir Popsi eder. İriyarı, kalıplı bir köpektir kendisi. Geceleri ayrılmaz kümesin önünden. Bazı geceler yere yatar, uyur gibi yapar. Bilirim ben onun iki gözü açık uyuyanlardan olduğunu. Geceleri değil kümese girmek, çiftliğin avlusuna adım atmayı kendime teklif bile edemedim “ diyerek sitem etti.

Ertesi gün tilki sevinçten neredeyse kanatlanıp uçacaktı. Çiftlik sahipleri öğle vaktine doğru temiz elbiselerini giymişler, arabalarına binip şehre misafirliğe gitmişlerdi. Belli ki birkaç günden önce dönmeyeceklerdi. İkindi zamanı olmuştu. Popsi sıcak havanın etkisiyle gevşemeye başladı. Zaten bütün gece uyumamıştı. Göz kapakları ağırlaşmıştı. Gezerken dalıyordu. Birkaç kere neredeyse yere düşecekti. Sonunda dayanamadı, gitti, kulübesinde uyumaya başladı. Tilki Popsi’nin haline güldü. Sessizce çiftliğin avlusuna süzüldü. Kümesin yanına sokuldu. İçeride tavuklar yem yiyorlardı. Kapının sürgüsünü çekti. En yakınında duran tavuğu kaptığıyla, kümesin kapısını kapatıp ormana doğru kaçması bir oldu. Kümeste bulunanlardan hiçbirisi bu durumun farkına varmadı. Tilki geceyi ormandaki bir ağaç kovuğunda geçirdi. Ertesi gün yine ikindi vakitleri Popsi kulübesinde uyurken kümese geldi. Aynı şekilde kapının sürgüsünü çekti, en yakınında duran tavuklardan birini yakaladı, kapıyı kapatıp ormana doğru koşarak uzaklaştı.

Kümeste bir horoz vardı. Adı “ Kırmızı “ idi. Geriye kalanlar tavuktu. Tilki kümese dadanmadan önce on dört tane tavuk vardı. Kırmızı o sırada kümesin köşesinde tahtadan yapılmış tünekte oturmuş, pencereden dışarısını seyrediyordu. Tilkinin kümese girip tavuklardan birini kapıp götürmesine film seyreder gibi bakakaldı. Kendisini çarçabuk toparladı. Aniden tünek penceresinden kümesin ortasına doğru uçtu. Avazı çıktığı kadar “ ü-ü-rüü-üüüü “ diyerek ötmeye başladı. Amacı, Popsi’yi uyandırıp tilkiyi yakalamasını sağlamaktı. Belki tilkinin götürdüğü tavuk kurtarılabilirdi. Durumu kümesteki tavuklara anlatıp, tavukların “gıt gıt gıdak, gıt gıt gıdak” diye bağırmalarını sağladı. Aradan dakikalar geçtiği halde Popsi yardıma koşmadı.

Saatler sonra Popsi uyandı. Ağır ağır gerindi. Kulübesinden dışarı çıktı. Hava kararmaya başlamıştı, akşam oluyordu. “ Ne güzel uyumuşum! Şöyle bir çıkıp dolaşayım “ dedi kendi kendine. Tam kümesin önünden geçerken duyduğu sesle irkildi. Birisi onu çağırıyordu. Kümese doğru yaklaştı. Seslenen horoz Kırmızı idi: “ Popsi nerelerdesin? Sen gündüz uyurken tilki geldi. Kümesin kapısını açıp bir tavuk kaptı, kapıyı kapatıp kaçtı. Seni uyandırmak için hepimiz bağırdık. Fakat sen koşup gelmedin. Ayrıca bir tavuk daha kayıp. Çiftlik sahiplerinin gitmelerini fırsat bildi bu tilki, iki günde iki tavuk çaldı. “

Popsi kulaklarına inanamadı. Tilkinin kendisini önemsememesi canını sıkmıştı. Gözlerini iri iri açarak: “ Vay be! Bu ne cesaret! O tilkiyi bir yakalarsam dünyasını karartırım.. Ne sanıyor ya bu tilki kendisini “ diye bağırdı. Kırmızı, Popsi’ye susmasını işaret ederek: “ İş işten geçtikten sonra sinirlenmenin ne anlamı var? Bir plan hazırladım. Şimdi beni iyi dinle “ dedi. Planı dinleyen Popsi gece nöbetine devam etti. İki gündür olduğu gibi ikindi vaktine doğru ayakta uyuklamaya başladı. Kulübesine girdi. Kapısını kapattı. Uyumak için kulübeye girmemişti. Plan gereği, kulübesinin arka tarafındaki tahtalardan birinin çivilerini geceden sökmüştü. Tahtayı yerinden alıp sessizce dışarı çıktı. Çiftlik evinin arkasından öbür yandaki kümesin arkasına geldi. Kırmızı ve tavuklar gece boş durmamışlar, kümesin köşesindeki tüneğin tahtalarını aralayıp, Popsi’nin geçebileceği kadar bir yer açmışlardı. Popsi buradan tüneğe girdi. Tahtaları eski durumuna getirdi. Tünek kapısının arkasında yere yattı. Tavuklar, tünekteydiler. Sadece Kırmızı kümesin ortasında dolaşıyordu.

Tilki Popsi’nin kulübesine girmesinden sonra yarım saat bekledi. Popsi’nin uyuduğuna kanaat getirdi. Çiftliğin avlusuna girdi. Kümesin önündeki kuyunun duvarı arkasına saklandı. Etrafı dinledi. Her şey yolundaydı. Kuyunun duvarı üstünden başını kaldırdı. Kümese doğru baktı. Horozdan başka kimseyi göremedi. “ Tavuklar tünekte uyukluyorlar olsa gerek “ diye düşündü. “Yaşasın! Bugün de horoz eti yiyeceğim “ dedi kendi kendine. Bulunduğu yerden ayrıldı. Parmaklarının ucuna basarak kümese doğru yaklaştı.

Kırmızı tilkiyi kuyunun arkasına saklanırken görmüş ve Popsi’yi haberdar etmişti. Sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi kafası yerde yem yiyor gözüküyordu. Aslında tilkiyi göz hapsine almış, tilkinin her hareketini kontrol ediyordu. Tilki kümes kapısının sürgüsünü çekti. Hızla kırmızının üstüne yürüdü. Tam kırmızıyı tutmak için eğildiği anda sağ gözünde bir şimşek çaktı. Kırmızının tek ayağı üstünde dönerek vurduğu kanat tokadı tilkinin gözüne gelmişti. Tilki neye uğradığını şaşırdı. Bu sırada Popsi saklandığı yerden yay gibi boşandı. Kümesin kapısını kapattı. Kapıya kilidi taktı. Anahtarı kümesten dışarıya attı. Kendisi için kaçış yolu kalmayan tilki gerilemeye başladı. Yalvarmak faydasızdı. Kendini savunmaya karar verdi. Popsi ile tilki hırsla birbirlerine girdiler. Popsi tilkiye göre, çok iriydi ve çok güçlüydü. Sonunda tilki Popsi’nin vurduğu yumruklarla pestile döndü. Yere yığıldı, kendinden geçti. Popsi’nin tilkinin üstüne atılmaya hazırlandığını gören Kırmızı Popsi’nin önüne geçti: “ Dur bakalım!. Bu kadar ders ona yeter. Kümese girdiğin yerden dışarıya çık, anahtarı bul, kapıyı aç. Yaptığım planın dışına çıkmamak gerek. “ Daha sonra Kırmızı ile Popsi, tilkiyi gö türüp ormana bıraktılar. Tilki ancak iki gün sonra gece yarısı kendine gelebildi. Yüzü, gözü çürük içindeydi. Her yanı ağrıyordu, arka ayakları tutmuyordu. “ Ölmemişim buna da şükür “ dedi içinden. Tilki vücudunda sağlam kalan ne varsa hepsini toplayıp sürüklenerek ormanın içlerine doğru uzaklaştı, karanlıklarda kayboldu.

SON

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:32
BABA KOÇ İLE KIZIL KURT
Baba koç sürüden ayrılıp dere kenarına gitmiş. Bakmış ki, bir yavru kurt su içiyor. Hemen bir ağacın arkasına saklanmış. Yavru kurt su içtikten sonra baba koç ortaya çıkmış. Baba koçun sivri boynuzlarını gören yavru kurt kaçmaya başlamış. Baba koç ilerideki kayaların arasında yavru kurdu sıkıştırmış. Çaresiz kalan yavru kurt şöyle demiş: “ Ama baba koç, ben sana ne yaptım ki? Neden beni öldürmek istiyorsun? Suçum neyse söyle de bileyim? “

Baba koç: “ Senin suçun kurt yavrusu olman. Belki şimdilik koyun sürülerine saldıramıyorsun ama kısa bir süre sonra can almaya başlarsın. Kurt milletini bilirim ben, acımasızca saldırırlar sürülere. Yıllardır ne koçlar, ne koyunlar, ne kuzular parçalandı gözlerimin önünde. Şimdiye kadar hep bizden gitti, bir de sizden gitsin. Öleceksin yavru kurt “ demiş.
Baba koçun üstüne doğru geldiğini gören yavru kurt: “ Senin yanlışın var baba koç. Kimseye zararım dokunmadı benim “ demiş.
Bunun üzerine baba koç bağırmış: “ Dokunmadı ama dokunacak. Sen de sürülere saldırıp can alacaksın. “
Yavru kurt: “ Baba koç, sen kendinle çelişki içindesin. Hem can alanlara düşmansın, hem de can almak istiyorsun. Fikirlerin birbirini tutmuyor. Sorarım sana beni öldürürsen katil olmayacak mısın? O zaman sana ne derler: Katil baba koç. Haydi, şimdi gücün yeterse gel öldür beni “ demiş. Yavru kurt, hoplayıp-zıplarken baba koçun şaşkınlığından faydalanıp kaçmış.

Baba koç tekrar sürüye dönmüş. Onu gören Çoban Osman kaval çalmayı bırakıp: “ Ne haber, baba koç? Hiç sağına, soluna bakmıyorsun? Bir selam vermek de mi yok? “ diye sormuş. “ Sen benim kusuruma bakma Osman Efendi. Öyle dalmış gidiyordum işte. “
“ Boş ver şimdi dalgıçlığı baba koç. Gel otur şöyle yamacıma. Söyle bakalım, nerelere gider, nerelerden gelirsin? “
“ Ha şu mesele. Biraz susamıştım da, dere kenarına gitmiştim. “
“ Eee, sonra? “
“ Sonrası gittim, döndüm işte. “
“ Onu biliyoruz gittin, döndün ama canını sıkan her neyse oralarda bir şeyler olmuş. Gözün dünyayı görmüyor. Haydi, anlat be baba koç, ne olur, bak yalvarıyorum sana. Anlatıver gitsin, sen sıkıntıdan kurtul, ben de meraktan. “
“ Aslında bir şey olmadı gibi, ama oldu gibi de. “
“ Yaşa be baba koç, kulaklarımı dört açtım seni dinliyorum. “
Baba koç olanları anlatmış. Yavru kurdu elinden kaçırdığı için üzüntüsünün sonsuz olduğunu söylemiş. Çoban Osman ise, üzülmemesini, olanları birkaç gün sonra unutacağını söyleyip, baba koçu teselli etmiş.

Aradan iki yıl geçmiş. Bu sürede kurtların koyun sürülerine saldırıları aralıksız devam etmiş. Önceleri küçük gruplar halinde gelen kurtlar son bir yıldır sayıları yüzü bulan tek bir grup halinde gelerek ölüm saçmaya başlamış. Bu kurtların başkanı kızıl kurdun adını anmak yüreklerde korku uyandırmaya yetiyormuş. Kızıl kurt, çevredeki son koyun sürüsüne saldırı için, kurtlarına emir vermiş: “ Söylediğim gibi, sadece baba koç sağ kalacak, diğer koyunlar, çoban köpekleri ve çoban parça parça edilecek. Haydi kurtlarım, hücum..”

Kurtlar tarafından sarıldıklarını gören Çoban Osman’ın içi cız etmiş: “ Olacağı buydu, sonunda kızıl kurt bizi de buldu. Ama mecburduk be, günlerdir ağılda kapalıydı koyunlar. Yeter ki, kızıl kurttan uzak duralım, aç kalalım da canımız var olsun diyorlardı, diyorlardı da, nereye kadar? Bir koyun kaç gün açlığa dayanır? Sonunda birkaç saatliğine çıktık meraya ve yakalandık. Belki milyonda bir kurtuluş şansımız var ama bakarsın o milyonda bir şans bize güler. Daha her şey bitmedi. “

Bu düşünceler birkaç saniyede Çoban Osman’ın aklından geçmiş ve elinde tuttuğu tüfeğini kaldırıp tetiğe basmış. Bir kurt cansız yere düşerken, sesten irkilen çoban köpekleri ve koyunlar savunma durumuna geçmişler. Meradaki tek ağacın üstünde bulunan Çoban Osman bir yandan tüfeğini ateşlerken, diğer yandan da sürüye komut vermeye başlamış. Ağacın dibinde kuzular, kuzuların çevresinde koyunlar, koyunların çevresinde koçlar, koçların çevresinde on tane çoban köpeği birer daire çizmiş. Çoban köpekleri, dört bir yandan dalgalar halinde gelen kurtların üstüne kahramanca atılmış. Korkunç bir savaş başlamış. Bu sırada aradan sıyrılan kurtlar koçlarla burun buruna gelmiş. Koyunlar melemiş, kuzular meleşmiş. Çoban köpeklerinin ölmesi kurtları galeyana getirmiş. Kurtlar, çığlıklar atarak sürüye dalmış. Koçlar, koyunlar, kuzular birer birer parçalanmış ve koca sürüden yalnızca baba koç kalmış. Çevresi kurtlar tarafından sarılan baba koç, gözlerinin kararmasına, başının dönmesine karşın, güçlükle ayakta duruyor ama bazen dizlerinin üstüne düşerek kurtların alaylarına hedef oluyormuş. Az sonra kızıl kurt ağır adımlarla karşıki tepeden aşağı inerken, baba koç: “ Korktuğum başıma geldi. Kızıl kurt yavru kurtmuş “ demiş içinden.

Kızıl kurt iki yıl önceki yavru kurt olduğunu söylemiş ve şöyle demiş: “ Baba koç, eğer beni yenersen kurtlarım sana dokunmayacaklar ve dağlara dönecekler. Benim dişlerim varsa senin de boynuzların var. Yaşamın sana bağlı, kolla kendini. “ Yorgun baba koç, ağzından köpükler saçarak gelen kızıl kurdun ilk ataklarını güçlükle karşılamış. Geçen zaman baba koçun yararınaymış ve sivri boynuzlarını kızıl kurdun karnına takan baba koç, onu kaldırdığı gibi yere vurmuş. Kızıl kurdun cansız yere serildiğini gören kurtlar çekip gitmişler. Daha sonra pek çok kurt avlayan fakat kurşunlarının bitmesi üzerine çaresiz kalan Çoban Osman ağaçtan inmiş ve perişan durumdaki baba koçu sırtına alarak birlikte köye dönmüşler.

SON

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:32
SAZ ÇALAN KAZIM
Köyün birinde köylünün birinin kaz sürüsü vardı. Zaten adamda kaz çobanıydı ve adı Kazım’dı. Koyun güder gibi kaz güdüyordu. Kaz çobanı önüne katmış kazları giderken durup türkü söylemeye başlayınca kazlar etrafına toplanıyor ve onu dinliyorlardı. Böyle sazsız, cazsız, müziksiz türkü söylemek Kazım’ı mutsuz ediyordu. Kazım bir gün arkadaşlarından izin alarak köyden ayrıldı ve şehre saz almaya gitti.
Kazım şehirde aradı, taradı ve sonunda saz satan bir dükkan buldu. Saz dükkanın önündeki sandalyenin üstüne konmuştu. Kazım sazı aldı, sandalyeye oturdu ve çalıp söylemeye başladı. Kazım buydu işte, sazsız Kazım, Kazım’sız saz olmazdı. Kazım sazın tellerine vurdukça bir sürü insan dükkanın önünde toplandı. Yola oturan mı ararsın, ağlayan mı ararsın, ayılan-bayılan mı ararsın hepsi vardı. Dükkan sahibi kapının önünde dikilmiş kalmış, olanları hayret dolu bakışlarla izliyordu. Daha sonra durumdan faydalanmayı düşündü ve bakkaldan bir kutu kesme şeker alıp dinleyenlere dağıtmaya başladı. Bedavaya değil canım hediyesi 1 lira. Yeni biri gelip kenara çömelirse dükkan sahibi onun yanında bitiyor ve şeker kutusunu burnuna dayıyordu: “ Dinlerken ağzın tatlansın bey abi, ücreti 1 lira, kulak kirası. “ Akşam olduğunda bir aylık kazancını bir günde doğrultan dükkan sahibinin ağzı kulaklarına kadar açılıyordu.

Kazım sazı dükkana bırakıp ilerideki bir bahçede yarı uykulu, yarı uyanık geceyi geçirdi. Sabah erkenden dükkanın önüne geldi, dükkan kapalıydı ama yarım saat sonra açıldı. Kazım sazı aldı ve kapı önündeki sandalyeye oturup saz çalmaya, türkü söylemeye başladı. Sesi duyan, sazı duyan geliyordu. İstek türkü, şarkı olursa Kazım onları da çalıp söylüyordu. Kazım gelişinin beşinci gününün akşamı dükkan sahibine köye arkadaşlarının yanına döneceğini, giderken sazı başarı ödülü olarak vermesini istedi.
Buna dükkan sahibi karşı çıktı: “ Olmaz, ödül falan yok. Sana bu sazı satarım ama parayla. 1.000 lira. O da senin için, tanıdık diye. “
Kazım: “ Ne, 1.000 lira mı? Sen araba mı satıyorsun arkadaş? Beş gün önce sazın üstündeki etikette 100 lira yazıyordu. “
Dükkan sahibi: “ O beş gün önceydi. Zam yaptım. Saz 1.000 lira. Alırsan. “
Kazım: “ Tüh sana. Her gün bin kişi dinlese tanesi 1 liradan beş günde 5.000 lira kazandın. Bana beş para vermedin. Bari sazı ver. “
Dükkan sahibi: “ Olmaz Kazım, saz 1.000 lira. Sazı verirsem zarar ederim. “
Kazım adama baktı, baktı ne dese az gelecek, bir şey söylemedi ve hızlı adımlarla yürüdü, gitti.

Ertesi gün öğle vakitleri Kazım dükkanın önünden geçiyordu. Baktı adam içeride kafayı önüne eğmiş, gazete okuyor. Dükkanın önündeki sandalyede duran sazı kaptığı gibi kaçmaya başladı. Adam anında ayağa fırlayıp dükkanın önüne çıktı ve avazı çıktığı kadar: “ Kazım sazı çaldı kaçıyor, Kazım sazı çaldı. “
Olaydan haberi olup yoldan geçmekte olan biri: “ Evet, dün Kazım’ı dinledim. Pek güzel saz çalıyor canım bu Kazım. “
Bir başkası: “ Pardon ve de bravo, beş gün işe gitmedim, onun saz çalmasını, türkü söylemesini dinledim. Bu kadar olur. “
Dükkan sahibi: “ Benim sazı çaldı diyorum size. Çaldı kaçıyor. “
Az önceki adam: “ Hep biliyorduk. Daha dün sazı çalıyor ama saz benim diyordun. Saz senin o çaldı, herkes farkında. Çalmasını istiyordun ya o da çalıyordu. Saz çalan Kazım işte bu. “
Kazım köye döndü. Artık beş gün sabahtan akşama konser vererek, alın teri dökerek elde ettiği saz yanındaydı. O, doğuştan yetenekliydi. Çok iyi saz çalıyordu, şurup gibi akıyordu gönüllere, çok iyi türkü söylüyordu, can veriyordu ömürlere.

SON

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:33
SEPETÇİ İLE ZENGİN ADAM
Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkânında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkânına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkânında bulunmazmış, çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi pazarda sergi kurar, sepet satarmış.

Bir gün sepetçi dükkânına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengârenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi: “ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.

Sonunda, üç aylık süre dolmuş. Sepetçi, zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerede oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkânına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış ama dükkânının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe bir düşüncedir alıp gidiyormuş.
“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse, ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunun üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkânına dönmüş.

Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikâyesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkânına gelip sepetleri görmüş ve çok beğenmiş. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. Padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikâyesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.

Günlerden bir gün zengin adam sepetçinin rüyasına girmiş ve üç sepeti, üç oğluna hediye olarak yaptırdığını söylemiş. "Oğullarım evlenirken, sepetleri altınla doldurup düğün hediyesi olarak verecektim." demiş. Sepetçinin, canım efendim, tanesi yüz altına özel sepet yaptıracağınıza, benim dükkandaki beş altınlık güzel sepetlerden neden almadınız, sorusuna zengin adam şu cevabı vermiş: " Zenginliğim fark edilsin, herkes tarafından bilinsin istedim. Ben altınları normal bir sepete koysaydım zenginliğimin ne kıymeti kalırdı? Altınların konacağı sepetler de altın gibi kıymetli olmalıydı."

SON

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:34
KANATLI KARINCA
Zamanımızda en çalışkan ve en tutumlu yaratıklar olarak bilinen karıncalar bundan on binlerce yıl önce yine çok çalışkandılar fakat tutumlu oldukları söylenemezdi. Çalışkanlık karıncaların yaratılışlarında vardı. Onlar yaratılırken çalışkan olarak yaratılmışlardı. Tutumlu olmak ise bambaşka bir şeydi. Tutumlu olarak yaratılınmaz, bu özellik sonradan öğrenilirdi. Sadece çalışkan olmayı o kadar büyütmemek gerekirdi. Ne kadar çalışkan olunursa olunsun, tutumlu olmak bilinmedikçe başarı tam olarak gerçekleşmezdi. Çalışkan olmakla tutumluluk ikisi bir arada bulunursa eğer başarı tamam olurdu.

Önceleri karıncalar günlük güneşlik yaz günlerinde hiç durmaksızın, yorulmak nedir bilmeksizin çalışırlar, çevreden buldukları yiyecekleri yuvalarına bırakırlar, tekrar yiyecek aramaya çıkarlardı. Hava kararmaya başladığında bütün karıncalar yuvalarında toplanır, gündüz topladıkları yiyecekleri yerlerdi. Ertesi sabah hangi karınca yuvasına bakarsan bak dünden kalmış bir buğday tanesi bulamazdın. Çalışıp kazandılar, kazandıklarını istedikleri gibi yerler içerler, isterlerse gider dereye dökerler, bu, onların en doğal hakları…denir denmesine de, durum öyle sanıldığı kadar basit değil. Biraz ileriyi düşünüp soğuk ve karlı kış günlerini aklımıza getiriversek…Kış günlerinin ne kadar çetin geçtiği bilinen bir gerçek. Bu doğal engelin mutlaka aşılması ve yaz günlerine ulaşılması lazım. Eğer yazın, kışı düşünerek, yuvaya getirdiğin üç buğday tanesinin birini kenara koyabilirsen, o doğal engelin önünde saygıyla eğildiğini ve üzerinden aşıp yaza ulaşabilmeni kolaylaştırdığını görürsün. Yoksa bugün gelen bugün gider yarını yarın düşünürüm dersen, doğal engeli aşarsın aşmasına da, bu, çok zor olur, pek çok zor olur.

Kanatlı karınca uçarken, bir su birikintisine düşüp çırpınmakta olan bir karınca gördü. Hemen aşağı süzülüp karıncayı tuttu ve onu kucağına alarak kıyıya çıkardı. Bu karınca yakınlardaki bir karınca yuvasının beyiydi. Karınca beyi kanatlı karıncayı yuvasına davet etti ve akşamki ziyafeti onuruna düzenleyeceğini söyledi. Ziyafette, karınca beyi kanatlı karıncayı diğer karıncalarla tanıştırarak, ona bir can borcu olduğunu ve kendisine gösterilen saygının ona da gösterilmesini istedi. Daha sonraki günlerde karınca beyinin ricalarını kırmayan kanatlı karınca bir süre daha onlarla birlikte olmak zorunda kalacaktı.

Kanatlı karınca geçen günlerle birlikte yuvaya yiyecek taşıma işine girmeye başladı. Uzaklardan bulup getirdiği yiyecekleri yuvaya bırakıyor, tekrar yiyecek aramaya çıkıyordu. Normalde bir karıncanın getirdiği yiyeceklerin dört beş katını tek başına getiriyordu. Karıncalar bu durumu görüyorlar ve memnun oluyorlardı. Bir günde toplanan yiyeceklerin ertesi güne kalmaması kanatlı karıncanın dikkatini çekmeye başladı. Bu neden böyle oluyordu? Neden ertesi güne yiyecek kalmıyordu? Yaz günleri sona erecek, kış gelecekti. Yuvadaki yüzlerce karınca kış günlerinde ne yiyecekti? Kışın on karınca yiyecek aramaya çıksa, acaba kaçı geri dönebilirdi? Dönemeyenlere yazık değil miydi? Dönenler yiyecek bulmuş olsalar bile o kadarcık yiyecek kaç karıncaya yeterdi?.. Sonuç: Açlıktan kırılırdı bunlar. Kanatlı karınca bu durumu karınca beyi ve bazı karıncalara sormak ihtiyacını hissetti. Fakat onlar kanatlı karıncanın sorduğu soruları anlamsız birtakım basmakalıp cümlelerle geçiştirdiler.

Bir akşam yemeği öncesinde karıncalar yuvadaki salonda toplanmışlardı. Kanatlı karınca söz alarak, kış mevsiminin yaklaştığını, bundan sonra yuvaya getirilen yiyeceklerin küçük bir kısmının kara gün dostu diye saklanmasını, eğer böyle yapılmaz da şimdiki düzen aynen devam ederse yaz günlerine pek az karıncanın ulaşabileceğini yana yakıla anlatmaya başladı. Biraz sonra salondan “ yeter “, “ kes artık “, “ susturun şunu “ diye bağıran sesler duyulmaya başladı. Giderek çoğalan uğultu, kanatlı karıncanın söylediklerinin duyulmasını engelliyordu. Bu sırada karınca beyi ayağa kalktı ve salondaki uğultu bir anda kesildi. Gözyaşları içinde bir şeyler söylemeye çalışan kanatlı karıncaya karınca beyinin tepkisi çok sert oldu. Ona ağır sözler söyledikten sonra zindana atılmasını emretti. Karıncalar, kanatlı karıncayı yakaladılar ve sürükleyerek salondan dışarı çıkardılar. Sonraki günlerde karınca yuvası eski, sakin yaşamına geri döndü. Karıncaların gündüz getirdikleri yiyeceklerden ertesi güne kalan olmuyordu.

Aradan birkaç ay geçmişti ki, karakış, olanca ağırlığıyla karınca yuvasının üzerine abanmaya başladı. Günlerdir yağan kar bir türlü durmak bilmiyor, bu soğuk havada bırak dışarı çıkıp yiyecek aramayı, yuvanın kapısını aralayıp kafasını dışarı çıkaran karıncanın kafası donuyordu. Dışarıda hava soğuktu da içeride sıcak mıydı sanki? Karınca beyi odaları geziyor, buradaki karıncalara, biraz daha sabretmelerini, kar yağışının er geç dineceğini, o zaman yiyecek aramaya çıkılacağını ve sıkıntıların bir anda biteceğini anlatıyordu. Hele kar bir dinsindi.
Kar yağar yağar bir gün gelir artık yağmaz olurdu yani dinerdi. Karın dinmesiyle birlikte elli karıncadan oluşan bir grup yiyecek aramaya çıktı ve bu elli karıncadan bir tanesi bile geri dönmedi. İçerideki kayıplar çok daha fazlaydı. Kışa girerken yuvada bulunan bin civarındaki karıncanın yarısı ölmüştü. Besbelli açlıktan kırılıyordu bunlar. Hava biraz ılışır umuduyla iki gün daha bekledi karınca beyi ve üçüncü gün yanına kırk karıncayı alarak yiyecek aramaya çıktı. Kar yağmıyordu fakat hava buz gibi soğuktu. Demek ki, iki gündür boşuna beklemişti yuvada aç bilaç. Havanın da ılışacağı yoktu. Gece yarısına kadar karınca beyi ve kırk karıncadan bir haber çıkmayınca karıncalar salonda ayaküstü bir toplantı yaptılar. Oldukça kısa süren toplantı sonunda şu karara varıldı: Kanatlı karınca hemen serbest bırakılacaktı.

Ertesi gün kanatlı karınca, karınca beyi ve diğer karıncaları bir ağacın kovuğunda, birbirlerine iyice sokulmuşlar, titreşip dururlarken buldu. Onları ikişer ikişer yuvaya taşıyan kanatlı karınca daha sonraki günlerde hiç gocunmayacak ve yuvaya yiyecek taşıma işine bıraktığı yerden devam edecekti. Kış süresince kanatlı karınca salonda pek çok defa konuşma yaptı. Onlara bundan sonraki hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve çalışmalarını ne şekilde düzenleyebileceklerini uzun uzadıya anlattı. Sonunda, karakış bitti, yaz geldi ve kanatlı karınca tümüne elveda diyerek uçup gitti.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
En Güzel Çocuk Masalları - Sarı Papatya Yayınları 2006
Hikayelerle Karakter Eğitimi - Moralite Yayınları S: 364-367 Yıl: 2011

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:35
EŞKENAR ÜÇGEN UZAYDA
Uzunlukları birbirine eşit üç doğru bir araya gelip bir eşkenar üçgen oluşturdu. Ben bu eşkenar üçgenin içine iki göz ile bir burun ve bir ağız çizdikten sonra kulaklarını ekledim. Meydana gelen şekil bir insan başına benzedi. Şekle en basitinden gövdeyle, kollar ve bacaklar da çizerek insan modelimi ortaya çıkardım. Beyaz bir kartona çizdiğim insan modelimi makasla kenarlarından keserek aldım ve ayakları üstünde duracak şekilde bıraktım. Haydi, eşkenar üçgen, yolun açık olsun, dedikten sonra onu uğurladım. Aradan iki ay geçtikten sonra eşkenar üçgen geldi ve başından geçen olayları anlattı: “ Senden ayrıldıktan sonra uzun süre yol yürüdüm. Sonunda bir ormana geldim. Ormanda giderken ileride bir ışık gördüm. Meğerse ışık açık bir alanda duran uçan daireden geliyormuş. Hiç korkmadan uçan daireye bindim. Uçan daire az sonra havalandı. Rengârenk ışıklı düğmeler vardı uçan dairede ve biri yanıp biri sönüyordu. Bilgisayardan gelen metalik ses uzaya çıkıldığını ve Samanyolu Galaksisi’nin çok uzağında bulunan bir başka galaksideki 31092-ct adındaki gezegene gidildiğini haber verdi. Bayağı keyiflenmiştim. Metalik sesin söylediğine göre, uçan daireler, kozmik güçle hareket edermiş. Metalik ses aylarca yolculuk yapıldığı halde uzayın sonunun bulunamadığını söyledi.

Ertesi gün pat diye bir ses duydum ve uçan daire hafifçe sarsıldı. Bunun ne olduğunu sorduğumda metalik ses Samanyolu’ndan bir başka galaksiye geçildiğini, bilgisayarın önceden programlandığı gibi zaman ayarını yapıp, atlamayı gerçekleştirdiğini, zaman ayarının periyodik uzay takvimine göre yapıldığını, zaman ayarını yapmadan, atlamayı gerçekleştirmeden bir galaksiden bir başka galaksiye geçmenin mümkün olmadığını söyledi. Her galaksinin kendine özgü, sadece o galakside geçerli olan zamanı varmış. Daha önceden hazırlanmış olan periyodik uzay takviminde, bulunduğun galaksiyle geçmek istediğin galaksi arasındaki zaman farkı bulunurmuş. Zaman farkı bulunmadan zaman ayarı yapılamazmış. Zaman farkını bulmak için, bulunduğun ve geçmek istediğin galaksilerdeki en yaşlı gezegenler baz alınırmış. En yaşlı gezegenlerin yaşı birbirinden çıkarılınca aradaki fark + - zaman farkı olurmuş. Örneğin bulunduğun galaksinin takvimi 4900 yılını gösteriyor. Periyodik uzay takviminde geçmek istediğin galaksinin durumunun -1200 olduğunu gördün. Bulunduğun galaksinin yaşı olan 4900 yılından -1200 ü çıkarınca, geçmek istediğin galaksinin yaşını 3700 olarak bulursun. Şimdi iş süpersonik zaman göstergecinde zaman ayarını yapmaya kalmıştır. İlgili tuşlara basarak rakamların göstergecin ekranına düşmesi için bir dakika beklenir. Sürenin sonunda zaman ayar düğmesine basarak işlem tamamlanır.

İki galaksiyi birbirinden ayıran, zamanın geçerli olmadığı bölgeye girilir. Burada uçan daire yol aldıkça göstergecin ekranında 4900 yılından 3700 yılına her yarım saniyede bir yıl olarak zamanın gerilemesi izlenir. Ekran 3700 yılına gelindiğini gösterince uçan dairenin hızı limite çıkarılarak geçmek istediğin galaksiye giriş yapılır. Şayet -1200 yerine +1500 olsaydı 4900, 1500 ile toplanırdı. O zamanda göstergecin ekranında zamanın ilerlemesi izlenirdi. Her neyse, galaksiler arası yolculuktan sonra 31092-ct adındaki gezegene yumuşak iniş yaptık. Bu gezegende gördüklerim beni şaşırtmadı, çünkü yolculuk sırasında metalik ses her şeyi anlatmış ve bana pek çok konuda detaylı bilgi vermişti. Orada da insanlar yaşıyor. Ağaçlar var, çiçekler var, kuşlar var, dağlar var, dereler var. İnsanları sevecen, iyi kalpli, hoşgörülü. Sorunlarını tartışarak, kavga ederek değil, karşılıklı anlayışla, hoşgörüyle çözüyorlar. Herkes birbirinin hakkına saygılı, kimse kimseye kötü söz söylemiyor ve son derece nazik insanlar. Bütün çabaları bilimde, teknolojide daha ileri seviyelere ulaşmak. Geçim sorununu önce yardımlaşma daha sonra paylaşma ile çözümlemişler. Birinde çok ötekinde yok değil, ikisinde de var. “

Eşkenar üçgen konuşması bitince ayağa kalktı ve şöyle dedi: “ Patron, ben geri dönüyorum. Uçan daire beni bekliyor. Gel seni de götüreyim. “
“ Boş versene sen ya, ne işim varmış benim uzayda “ dedim. Bunun üzerine eşkenar üçgen keyfin bilir dedi ve vedalaştık. Eşkenar üçgen ayrılırken son olarak elveda dedi el sallayarak. Sanırım onu bir daha hiç göremeyeceğim.

SON

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:36
KIRMIZI BALIK MEGA
Büyükçe bir bahçenin ortasında küçücük bir havuz. Bu havuzda minicik bir balık. Kırmızı balık Mega. Onun hikayesi inanıyorum ki, pek çok okuru derinden etkileyecektir. Sarsılmaz bir iradesi vardı Mega’nın, taş gibi. Asla yolunu şaşırmadı. Ayrıca mangal gibi yüreği vardı, korkusuzdu. Haksızlıkları gördüğü anda resmen patlardı.
Mega bir gün yüzerken aniden irkildi. Şimşek hızıyla başını çevirdi. Kendisini seyreden kediyi görünce duraladı. Böylesine kocaman bir kediyi ilk kez görüyordu: “ Ne o, korktun mu balıkçık? “ dedi kedi.
Bunun üzerine Mega: “ Senden korksaydım dibe dalardım, ama ben öyle yapmadım. Demek ki, korkmamışım. “
“ Vay canına! Dilin ne kadar uzunmuş senin. “
“ Önce sen sataştın. İlk saldırı hakkı senin. Haydi, bekliyorum, atla suya. “
“ …… “
“ Neden sustun? Dilini mi yuttun? Konuşsana! “
“ Sonra konuşuruz. Çok acıktım! Ben gidiyorum. “
Kedi havuzun az ilerisindeki bir ağacın altına gitti. Kafasını kaldırıp yukarı baktıktan sonra ağaca tırmanmaya başladı. Hedefi kuş yuvasıydı. Mega kedinin niyetini anladı. Yuvada yavru kuşlar vardı. Daha uçamıyorlardı. Onları ancak anneleri kurtarabilirdi, ama o da görünürde yoktu. Besbelli yavrularına yiyecek bulmak için gitmişti. Belki yakında olabilirdi. Mega avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: “ Anne kuş, yetiş, yavruların tehlikede. Kedi onları yiyecek. Yetiş anne kuş, yuvaya gel. Yavruların tehlikede. “

Mega’nın feryadını anne kuş duydu. Bir kurşun hızıyla uçup yuvasına çöreklenmiş yavrularını yemekte olan kediye saldırdı. Kedi boş bulundu, saldırıyı karşılayamadı ve ağaçtan aşağı düştü. Anne kuş, kedi ağaca tırmanırken, yavrularından önce birini, daha sonra diğerini havuzun kenarına indirdi. Yuvada kalan yavru cansız yatıyordu. Dördüncü yavru ise, ortada yoktu. Demek ki, kedi onu yemişti. Aynı anda anne kuş iki yavrusunu ayaklarıyla kucaklayıp havalandı. Zorlukla uçuyordu. Bazen ağaçların dallarına çarpıyor, yavrularıyla birlikte yere düşüyordu. Kedi peşlerindeydi. Mega, anne kuşun iki yavrusuyla uçup gidemeyeceğini anladı: “ Anne kuş, yavrularından birini havuza at. Ben onu kurtarırım. Sen ötekini emin bir yere götür, sonra gelip buradakini alırsın. Bırak birini, haydi, havuza bırak. “
Anne kuşun başka çaresi kalmamıştı. Mega’nın dediğini yaptı. Biraz alçalıp yavrularından birini havuza attı ve uçup gitti. Mega yavru kuşu sırtına bindirdi. Yavru kuş kurtulmuştu. Emin ellerdeydi, Mega’nın ellerindeydi. Kedi ağır adımlarla havuzun kenarına geldi: “ Onu hemen bana vereceksin! Sallanma çabuk ol! “
“ Öyle yağma yok. Alabilirsen gel kendin al. “
“ Yoksa bana karşı mı geliyorsun? “
“ Çarşı da gelirim, karşı da gelirim. Ben her türlü haksızlığa karşıyım, çünkü benim adım Mega. “
“ Mega, haksızlık dedin, kim yapmış haksızlığı? “
“ Kim yapacak, tabii ki sen. Biraz önceye kadar şu karşıdaki ağaçta bir kuş yuvası vardı. Yuvada dört yavru kuş vardı. Günahsızdılar. Cıvıldaşıyorlardı. İkisini sen yok ettin, biri burada, birini anne kuş gö türdü. Anne kuşun yavrularını kurtarmak için yaptığı amansız mücadeleyi çaresizlik içinde seyrettim. Ne istedin onlardan bilmem ki? “
“ Ama ben karnımı doyurmak zorundayım. Kuş yavruları benim için sadece birer yiyecek. Senin duygusallığın hiçbir şey ifade etmiyor. Ağaca çıkıyorum ve kuş yavrularını yiyorum, mesele bu kadar basit. “
“ Peki, ben şimdi üzüntü içindeyim. Anne kuşun durumunu sorma. O, herhalde kahroluyor. Yanında götürdüğü yavrusunu bırakıp sırtımda gördüğün şu garibi kurtarma telaşesi içinde. Yavrucuğun kalbi nasıl da küt küt atıyor. Bu seni hiç etkilemiyor, yani duygusuzsun. Yavru kuşu sana versem yersin değil mi? “
“ Aman Mega, ne demek? Yavruyu çıtır çıtır yerim. Hele havuzun kenarına sokuluver. İzin ver seni de yiyeyim be Mega. “

Kedinin sözleri üzerine Mega gülümsedi. Her şey o kadar basitti ki. Açıklaması çok kolaydı. Biraz zeka gelişimi bunun için yeterliydi. Mega kendi kadar ağır olan yavru kuşu sırtında taşımaktan yorulmuştu. Geçen her dakika bir saat kadar uzun geliyordu. Anne kuş neredeydi? Niçin gelmiyordu? Mega yavru kuşla birlikte bir batıp, bir çıkmaya başladı. Yavru kuş su yutuyordu, boğulacaktı. Mega onun kaçıp gidebileceğini düşündü: “ Yavru kuş, seni havuzun kenarına bırakacağım. Kanatlarını çırp, uçmaya çalış, koş, kaç, canını kurtar, olur mu? “
Yavru kuş olur anlamında başını salladı. Mega onu havuzun kenarına bıraktı. Yavru kuş fırladı, uçamıyordu ama kaçıyordu. Kedi sevinç çığlıkları atarak yavru kuşun peşine takıldı. Yavru kuş, birden durdu, geriye döndü. Kanatlarıyla yerdeki taşı alarak üstüne doğru gelmekte olan kedinin kafasına tüm gücüyle savurdu. Taş, kedinin kafasına geldi. Canı yanan kedi yavru kuşun peşini bırakıp oradan uzaklaştı. Mega şaşkın bir halde bu cesur yavru kuşu alkışlarken, anne kuş gelerek yavrusunu alıp gitti.

Kedi bir hafta ortalıkta gözükmedi. Bir öğle vakti tavuklar bahçede yem yiyorlardı. Mega bahçe duvarı üstünde kediyi görünce bağırmaya başladı: “ Kedi geldi. Çabuk kaçın tavuklar, kümese kaçın. Canını seven kaçsın. “
Biraz sonra kümese giren tavuklar kapıyı içeriden sürgülediler. Kedi duvardan atlayıp havuzun kenarına geldi: “ Sen ne biçim balıksın? Hiç utanma yok mu sende? Niye yaygara yapıyorsun? Kedi gelmişse ne olmuş? “
“ Kes gürültüyü pis kedi. Asıl utanmaz sensin. Kuş yavrularını ben mi yedim? Gözün tavuklarda ama bana iyi bak, tavukları yutturmam sana. “
“ Tavuk eti sevmem ben. Hem o kuş işi geçen seneydi. “
“ Ne geçen senesi? Daha bir hafta oldu. Arsız olduğun kadar yalancısın da. Bas git buradan. “
Mega oldukça ağır konuşuyordu ama kedi bunu hak etmişti. Onun gibilere başka türlü davranılamazdı. Rüzgar ekersen, fırtına biçerdin. Eğer Mega kedinin yaptıklarına göz yumsa, daha alt perdeden konuşsa, kedi Mega’yla alay ederdi.
Kedi uzunca bir sopa alarak havuzun dibindeki tıkacı çıkardı: “ İntikam için dönmüştüm. Sonun geldi Mega. Seni kimse kurtaramaz. “

Mega kendini koy vermedi. Canla başla giderden uzak durmaya çalıştı, var gücüyle ters yöne yüzmeye çabaladı. Havuzdaki su giderek azaldı. Mega’ya yardım edilemez miydi?
“ Edilir, neden edilmesin? Mega kurtarılsın. “
Dünyanın dört bir yanındaki yağmur bulutları gökyüzünde toplandı ve yağmur yağmaya başladı. Yağmur damlaları birbirleriyle yarış ediyordu. İlk damlalar beton zemine çarptığında havuzda su kalmamıştı. Mega can çekişmekteydi. Zaman geçtikçe su seviyesi yükseldi. Mega nefeslendi, rahatladı, gücü yerine geldi. Mega’nın kurtulduğunu görmek, kediyi çileden çıkarmaya yetmişti. Sopayla Mega’ya vurmaya başladı. Bir iki derken, ayağı kaydı kedinin ve havuza düştü. Mega kedinin üstüne atıldı. Canavar kedi, planın geri tepecek dedikten sonra sopanın ucundaki ipi kedinin boynuna dolayıp sopayı gidere iyice soktu. Suyun içinde nefessiz kalan kedi can verdi. Yaptığı kötülükler yanına kar kalmamıştı. Giderdeki sopa su kaçağını çok aza indirince yağmur yavaşladı. Yarım saat sonra bahçeye çıkan ev sahibi Kerem Bey havuzun içindeki kediyi gördü. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir halde ağzını açıp öylece bakakaldı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Kırmızı Balık Mega - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:36
KİRPİ İLE TİLKİ
Güneşli bir günde anne kurbağa ile yavrusu dere kenarında gezintiye çıkmıştı. Yavru kurbağa yerinde duramıyor, oradan oraya hopluyordu. Bir kayanın yan tarafına dönerken olan oldu. Aniden önüne çıkan kirpi ile çarpıştı. Kirpinin arkasına bile bakmadan uzaklaştığını gören anne kurbağa kirpinin üstüne atıldı. Kirpinin sırtındaki dikenlere çarptı ve boğuk bir ses çıkararak yere yuvarlandı. Yaralanmıştı. Olup bitenler karşısında kayıtsızca yürüyüp gitmekte olan kirpinin arkasından, “ Hain kirpi, yavrumdan ne istedin? Onun sana ne zararı vardı? Yaptığın yanına kalmayacak “ diyerek bağırdı.

Üç genç maymun kardeş bir ağacın altına oturmuşlar, öğle yemeği yiyorlardı. Yemeğin sonlarına doğru en küçük maymun arka tarafındaki otların üzerinde bir hışırtı duydu. Süratle başını çevirdiğinde koşar adım üstüne doğru gelmekte olan kirpiyi fark etti. Kaçmak istedi, fakat çok geç kalmıştı. Belinde sözle anlatılamayacak kadar müthiş bir acı duydu. Gözleri karardı ve yüzü koyun yere kapaklandı. Kardeşlerinin acı içinde kaldığını gören iki maymun, kirpinin peşine düştü. Ormanda çok aramalarına karşın kirpiyi bulamadılar.

Karınca yuvasının etrafı bayram yeri gibiydi. Karıncalar yuvalarına yiyecek taşıyorlardı. İşlerin en yoğun olduğu bir sırada karınca beyi arkasından gelen gürültüye doğru döndüğünde neredeyse küçük dilini yutacaktı. Kirpi hızlı adımlarla yürüyor, önüne çıkan karıncaları ezip geçerek yuvaya yaklaşıyordu. Bağırmalar, haykırışlar arasında kirpi yuvanın kenarından geçti. İlerideki otların arasında kayboldu. Karınca beyi ve diğer karıncalar şaşkın vaziyette kalakaldılar. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Elliden fazla yaralı vardı.
Karınca beyi: “ Kirpiye biz ne yaptık? Neden üstümüze yürüdü? Demek anlatılanlar doğruymuş. Kirpi son zamanlarda orman sakinlerine büyük acılar yaşatmaya başladı. Ben bu yaptıklarını onun yanına bırakmam. Servetimi kirpiden öç almak için harcarım. Yarın orman fedaisi kurtla görüşüp kirpiyi cezalandırmasını sağlayacağım “ dedi.

Karınca beyi ertesi gün kurtla buluştu. Kurda kirpinin sebep olduğu felaketi anlattı. Kurt karınca yuvasında inceleme yaptı. Yaralıların durumunu yakından gördü. Daha önce de kirpinin sebep olduğu birkaç olay duymuştu. Kirpiyi cezalandırmak için yola koyuldu. Aradı, araştırdı, sordu, soruşturdu, iki gün sonra kirpiyi ilerideki otlar arasında giderken gördü. Kirpinin önüne çıktı.” Bana bak kirpi, nedir senden başkalarının çektiği. Kurbağa yavrusu ile küçük maymunu yaraladın. Karıncalara saldırdın, birçok karıncaya zarar verdin. Yaptığın kötülükler cezasız kalmamalı. Kolla kendini “ diye haykırdı.
Kirpi kurdun önüne aniden çıkmasından şaşkına dönmüştü. Kendisini çabucak toparladı: “ Ben senin dediğin karıncaları, kurbağaları tanımam bile. Ne demek istediğini anlamadım. “
“ Ne demek istediğimi şimdi anlarsın “ dedi kurt ve kirpinin burnuna kuvvetli bir tekme savurdu. Kirpi birkaç takla attıktan sonra yere kapaklandı. Burnuna yediği tekmeden canı yanmıştı. İçgüdüsel bir hareketle kafasını ön ayakları arasına soktu. Şimdi kirpi dikenli bir top haline gelmişti. Kurt o kızgınlıkla kirpiye ikinci bir tekme daha savurdu. Savurmasıyla uluyarak geriye çekildi. Ayağını kirpinin sırtındaki dikenlere vurmuştu. Kurdun kızgınlığı son haddine çıktı. Yerde kalın bir sopa buldu. Bunu alıp kirpiye vurmaya başladı. Kurt belli kirpiyi defterden silmişti. Kirpi birden arka ayakları üzerinde doğruldu. Geriye doğru iki perende attı. Hızla koşarak yakınındaki kayanın üstüne çıktı. Peşinden gelen kurdun üstüne uçarcasına atıldı. Kirpinin yan tarafındaki dikenler kurdun göğsüne battı. Kirpi ile baş edemeyeceğini anlayan kurt son bir silkinişle kirpiden kurtuldu. Mücadele gücü kırılan kurt ormana doğru kaçarak uzaklaştı.

Daha sonraki günleri kurt mağarasındaki yatakta yatmakla geçirdi. Yaraları biraz iyileşmişti. Yanında anne kurbağa, karınca beyi ve iki maymun kardeş vardı. Günlerdir düşündükleri halde bir çıkış yolu bulamamışlardı. Kurt kirpiyi perişan etmek için gitmişti, fakat perişan olan kendisiydi. Yani diyorlardı, kirpinin yaptıkları yanına mı kalacaktı? Kurnaz tilki kurdun yaralandığını duymuş ve geçmiş olsun demek için uğramıştı. Olayları ayrıntılarıyla dinleyince çok şaşırdı: “ Kirpi çok sakin, kendi halinde biridir. Bu işin içinde mutlaka başka şeyler vardır. Durumu araştırıp en kısa zamanda sonucu sizlere bildiririm “ dedi.

Tilki kirpinin evine gitti. Kapıyı defalarca çalmasına karşın kapı açılmadı. Evde olmadığına kanaat getirdi. Oturup beklemeye başladı. Aradan bir saat geçti. Kirpinin kapısı açıldı. Tilki yerinden kalkıp kirpiye seslendi: “ Alacağın olsun. Demek evdeydin. Öyleyse kapıyı niye açmadın? “
Tilkinin şaşkınlığı biraz sonra daha da arttı. Kirpi seslenmesine aldırış etmeden yürüyüp gidiyordu. Hemen koşup kirpinin önüne çıktı: “ Kirpi kardeş, nasılsın? Nereye böyle? “ dedi.
“ Efendim, ne dediniz? Biraz yüksek sesle bağırır mısınız? Anlayamadım “ dedi kirpi.
“ Nereye gidiyorsun dedim? “ diye tilki bağırdı.
“ Yiyecek toplamaya gidiyorum. Oh, sen miydin tilki kardeş! “
Bunun üzerine tilki: “ Ben de seni arıyordum. O kadar kapını çaldım. Neden açmadın? “ diye sordu.
Kirpi: “ Kapıyı mı çaldın? Sahiden hiç duymadım. Zaten son zamanlarda kulaklarım çok ağrıyor. Ayrıca gözlerim eskisi gibi iyi görmez oldu. Bazen yürürken kulaklarımın ağrısı artıyor, bakışlarım bulanıyor. İnanır mısın bilmem. O zaman önümü bile görmeden yürüyorum “ dedi.
“ Demek önünü görmeden yürüyorsun? Bu çok tehlikeli değil mi kirpi kardeş? Başkalarına zarar verebileceğini hiç düşünmedin mi? “
“ Elbette düşündüm. Durunca ağrılar o kadar dayanılmaz oluyor ki, hızlı yürümek zorunda kalıyorum. Kulaklarımın ağrısı hafifliyor. Hem şimdiye kadar kime zarar verdim? “
“ Tabii canım, kimseye zarar vermedin. Sen kötülük nedir bilmezsin. “

Tilkinin eski dostu, kendi halinde, sakin birisi olarak tanıdığı kirpiye başka türlü bir cevap vermesi düşünülemezdi. Zaten üzülenler bu kadar fazla iken. Birlikte doktora gittiler. Doktor, kirpinin kulaklarını temizledi. Ağrılar için hap verdi. Gözlerini muayene etti. İleri derecede bozukluk tespit etti. Kirpiye bir gözlük verdi. Kirpi sanki yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. Tilki kirpiyi evine götürdü. O gece misafir kaldı. Ertesi gün yine geleceğine söz vererek evden çıktı. Anne kurbağa, karınca beyi ve iki maymun kardeşe haber verdi. Kurdun mağarasında toplandılar. Tilki durumu en ince ayrıntılarına kadar anlattı. Doktor raporunu gösterdi. Kirpinin olmuş olan olaylarda tarafsız düşünülürse pek de fazla bir suçu bulunmayacağını, olayların şanssız birer tesadüf sonucu meydana geldiğini söyledi. Kendisine inanmalarını istedi. Oradakiler kirpinin durumunu göz önünde bulundurarak meseleyi konuştular. İki maymun kardeşle tilki arasında sert tartışmalar oldu. Tilki maymun kardeşleri ikna edebilmek için çok uğraştı. Sonunda orada bulunanlar kirpi ile bir alıp veremediklerinin kalmadığını söyleyerek evlerinin yolunu tuttular.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------------

Bir sitede bir okuyucumun yazdığı mesaj:
Sevgili Serdar,
bu hikayeni de cok begendim, ellerine saglik can kardesim
on yargiyi ve ihmalkarligi almissin ele bakiyorum
onyargili olmak maalesef cogu insanin yaptigi birsey, birini tanimadan hakkinda fikir uretmek veya bir etiket yapistirmak
ihmalkarliga gelince , o da hit'lerden dunyamizda
her ikiside buyuk felaketler kotu sonlara sebep olabiliyor
hikayelerinin devamini bekliyorum,
merak ettigim birsey var; cevrendeki cocuklara okuyormusun?ilk onlarin tepkisine mi bakiyorsun?
ve hic bir yayin evi ile gorustunmu?ileriye donuk birseyler yapabilme adina
Benim hayatim hep Fransizca hikayeler, romanlar , bilimsel kitaplar okumakla gecti
Turkcem pek iyi degildir, zorda begenirim karakterim dolayisiyla (Turkce yazilardan )samimi soyluyorum cok begendigim tarzlardan birisisin
ilerledikce yurt disina bile acilabilecegini dusunuyorum

Serdar Yıldırım
10 Ekim 2023, 19:43
HIRSIZIN AŞKI
Genç manken defilelerde boy gösteriyor ve televizyon reklamlarında oynuyordu. Bakışı, duruşu, yürüyüşü inanılmaz bir karizmaydı. Özel olarak düzenlenen davetlerde ilgiyi üzerinde topluyordu. Genç kızlar, onu yakından görebilmek için, birbirlerini ezerlerdi. Sonra da kim en çok yanına sokuldu, kim elini tuttu tartışması başlardı:
" Hiç boşuna konuşmayın, ben bir karış yanına geldim. "
" O da bir şey mi? Teni tenime değdi. Eliyle kolumu elledi. Sıcaklığı hala üstümde. "
Genç manken bir gün yakın arkadaşlarından şöyle bir teklif aldı. Bikini defilesi vardı ve mutlaka gelmeliydi. Bizimki önce gitmem dedi, naza çekti ama sonunda gitti. Podyuma ilk çıkan manken kız, görülmemiş güzellikte: Dört renkli saçları ( sarı, mavi, yeşil, kırmızı ) edalı bakışları, hak etti alkışları. Manken kızın güzelliği karşısında beyninden vurulmuşa dönen genç mankenin gözü diğerlerini görmedi. Sessizce yerinden kalktı, kulise doğru yöneldi. Onun geldiğini gören kulis görevlisi kapıyı ardına kadar açtı. Manken kızla kısa bir görüşme yaptı ve kalbini çalarak kaçtı. Manken kız avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
" Hırsız var! Kalbimi çaldı, kaçıyor. "
Kuliste bulunan manken kızlar, onu durdurmaya cesaret edemedi. Sonrasında ne mi oldu? Teklifler çoktu, genç manken ilk uçakla Paris'e uçtu. Orada defileye çıkacaktı. Kalpsiz kalan manken kız ikinci uçakla Paris'e uçtu. Çıktığı ilk defilede gencin kalbini çalarak İstanbul'a döndü. Tabi diğer uçakla genç manken peşinden. Bu iki hırsız birbirlerine kalplerini geri vermediler. Söz, nişan faslını atlayarak üçüncü gün evlendiler. Mankenliğe devam ettiler. Bir farkla: Genç gelin artık bikini defilesine çıkmıyordu.
Siz siz olun kalbinizi çaldırmayın. Eğer çaldırır da çalanın kalbini çalamazsanız yandığınızın resmidir. Kalbiniz hırsızın elinde sızlar durur.

SON

-------------------------------------------------------

DİŞ HEKİMİNİN AŞKI
Hakan ile Arzu birbirini seven iki gençti. Lise sona gidiyorlardı. Arzu okulun en çalışkan öğrencisiydi. Diş hekimliği fakültesini kazanıp diş hekimi olmak istiyordu. Okulda yapılan deneme sınavında aldığı yüksek puanla bunu başarabilecek güçte olduğunu ispat etmişti. Hakan ise, orta sıralarda yer almıştı. Bırak diş hekimliği fakültesini, doğru-dürüst bir yeri kazanması zor gözüküyordu. Arzu'nun çabası ve fikir bakımından destek olması sonucu Hakan yoğun bir çalışma temposu içine girdi. Derslerine sıkı sıkıya sarıldı. Üniversite giriş sınavına iki ay gibi bir süre vardı ve bu süreyi iyi kullanırsa başarı ihtimali yüksek olurdu. Hakan da pekala diş hekimliği fakültesini kazanıp diş hekimi olabilirdi. İkisi de diş hekimi çıkıp evlenince büyükçe bir daire kiralayıp burasını hem ev hem de muayenehane olarak kullanabilirlerdi. Dairenin cadde tarafına asılacak levhaya Hakan- Arzu Kutlu ( Diş Hekimi ) yazılacaktı.

Üniversite sınavları sonuçları açıklandığında Hakan sevinçliydi çünkü diş hekimliği fakültesini kazanmıştı. Arzu ise, üzgündü. Nasıl olmuştur bilinmez belki de aşırı heyecandan yanlış işaretlenen cevaplar, alınan düşük puan ve hemşirelik yüksek okulu. Arzu dört yıl sonra hemşire çıktı ve Balıkesir Devlet Hastanesi'nde çalışmaya başladı. Aradan bir yıl daha geçti ve Hakan diş hekimi oldu. Bursa Devlet Hastanesi'nde çalışmaya başladı ve Bursa'da bir daire kiraladı. Burası onun hem evi hem de muayenehanesi olacaktı. Bu zaman süresince Hakan ile Arzu her fırsatta bir arada oldular ve gezdiler, eğlendiler. Daha sonra Hakan bir tanıdığın yardımıyla Arzu'nun Bursa'ya naklini gerçekleştirdi ve ikisi aynı hastanede çalışmaya başladı. Daha sonra Hakan ile Arzu evlendiler. Bir gün aralarında konuşurken Hakan Arzu'ya: " Arzu hatırlar mısın, üniversite sınavlarına hazırlanırken ikimiz de diş hekimi olup levhaya isimlerimizi yanyana yazdıracaktık. "

Bunun üzerine Arzu: " Doğru, yazdıracaktık ama ben diş hekimliği fakültesini kazanamadım. Kazansaydım bugün hayalimiz gerçek olurdu. "
" Hayaller gerçekleştirilmek için kurulur. Olmayacak bir şey değil. Hani diyorum önümüzdeki yıl üniversite sınavlarına hazırlansan, katılsan ve kazansan. Sen de diş hekimi olsan. Başarmaman için hiçbir sebep yok. Daha yirmi iki yaşındasın, yirmi yedi yaşında hekimsin. Ne dersin? "
" Kazanabilir miyim dersin? Sınavı bir kazansam gerisi kolay. "
" Kazanırsın. Unuttun mu, sen bir zamanlar okulun en çalışkan öğrencisiydin. "
Arzu azmetti, çalıştı, sınavlara hazırlandı ve sonunda başardı. Diş hekimliği fakültesini kazanmıştı.
Aradan beş yıl geçti ve Arzu diş hekimi oldu. Oturdukları dairenin cadde tarafına asılan yeni levhada Hakan- Arzu Kutlu ( Diş Hekimi ) yazıyordu.

SON

--------------------------------------------------------

SARI KIZ EMİNE
Köy köy dolaşır saz çalar söylerdi
Onun adına Sarı Kız derlerdi
* * * *
Ahmet adında yaşlı bir babası
Vardı iki atı, bir arabası
* * * *
Gençti, güzel, mavi gözleri çapkın
Yaş yirmi dört olmalı derdi barkın
* * * *
Saz çalarken can verir ömürlere
Şurup gibi akardı gönüllere
* * * *
Dinleyenler mest olur ah çekerler
Biçareler, mecnunlar of çekerler
* * * *
Sıra oynak türkülere gelince
Tellere daha bir kıvrak vurunca
* * * *
Neşelenen, keyiflenen çok olur
Gam dağılır, keder gider yok olur.
* * * *
Günlerden bir gün yolu ora düştü
Aşkı tatmamış gönlü zora düştü
* * * *
Ani çarpıldı sevdi ferman olmaz
Tozlu yollar derdine derman olmaz
* * * *
Sık sık gelir oldu Alpat Köyü’ne
Saz biter inerdi dere boyuna
* * * *
Dalar gider gözleri uzaklara
Bir bir selam verir hatıralara
* * * *
Bir gün sevdiği adamla tanıştı
Birlikte gezerken ona alıştı
* * * *
Onu pek çok sevdiğini söyledi
Ama sevdiği bundan hoşlanmadı
* * * *
Genç adam bu aşka kayıtsız kaldı
Bana ne diyerek görmezden geldi
* * * *
Yıllar önce çok sevmiş evlenmişti
Fakat sevdiğinden terk edilmişti
* * * *
Uzun zaman üzülmüş, dert çekmişti
Bir daha mı diyerek and içmişti.
* * * *
Bir gün sevdiği adam köyden gitti
Ondan ayrı kalmak acıya itti
* * * *
Dağ-taş aşkını ararken saz çalmış
Görelim Sarı Kız neler söylemiş.

* * * * * * * ***** * * * * * * * * * * *
Çağıl çağıl akan sular akmasın
Bölük pörçük esen rüzgar esmesin
Gökte kanat çırpan kuşlar uçmasın
Eğer sevdiğime varamaz isem
Onu kollarıma saramaz isem
* * * *
Dur-durak bilmeden Sarı Kız ağlar
Kavuşmak tutkusu kalbini dağlar
Yüceden akar su ovada çağlar
İsterim ben de biraz mutlu olmak
İsterim sevgiden payımı almak
* * * *
Sarı Kız haykırır sesi duy artık
Al kalemi ele cevap yaz artık
Onun senden gayrı nesi var artık
Yaralı gönlümü al geri verme
Sahip çık gözyaşıma geri verme.

Aradan dört yıl geçti. Sarı Kız yaprak, çimen yedi, dereden, gölden su içti. Bir gün bir çoban tarafından uçurumun dibinde cansız yatarken bulundu.

SON

----------------------------------------------------


BIKTIM ARTIK YALNIZLIKTAN
İstanbul'un işlek bir caddesinde marketleri vardı. Babası marketi işletiyordu ama Eren liseyi bitirmiş, üniversite imtihanlarına hazırlanıyordu. Onun ideali hukuk fakültesine girmek ve avukat olmaktı. Bir gün babasının yanına gitti. Babası: " Oğlum, boş zamanlarında yanıma gelsene. O kadar iş güç var, ben hepsine yetişemiyorum. Gel işin bir ucundan tut. Apartmanlardan telefonla sipariş geliyor, gidemiyorum. Sen gelmezsen bir yardımcı alacağım, haberin olsun. "
Bunun üzerine Eren: " Bırak ya baba, ihtiyacı olan gelir markete ne alacaksa alır. Müşterinin ayağına gitmem. Boğazımı sıksalar kimseye köle olmam. "

Baba oğul konuşmalarını sürdürürken sarı saçlı, mavi gözlü, sümbül, bülbül o kadar güzel bir genç kız markete girdi ki, Eren beyninden vurulmuşa döndü. Neredeyse oturduğu sandalyeden yere düşecekti. Kız iki sakız aldı, elindeki sipariş kağıdını verdi ve kaçamak bir bakış atıp çıkıp gitti. Babası kağıtta yazılanları tezgahın üstüne sıralıyordu. Babasının yanına sokuldu: " Baba, istersen bunları ben götüreyim. Kız karşıdaki apartmana girdi. Daire numarası kaç? "
" Eren bunları sen mi söylüyorsun? İstenenleri ben götürürüm. Sen buraya bakıver. "
" Şey, sana yardım olsun diye öyle dedim."
" Hani demin köle olmam dediydin de. "

Babasının poşete doldurduğu yiyecek ve içecekleri kızın dairesine bıraktı. Kızı daha yakından görünce tam çarpıldı. Ona aşık oldu. Sonraki günlerde marketten çıkmaz oldu. Kız telefon edip bir kutu kibrit istese bile ayağına götürdü. Aylar sonra babası yokken kıza markette arkadaşlık teklif etti ama kız bu teklifi reddetti: " Ay, şuna bak, bakkal çırağı. Sen benim pabuçlarımın arkadaşı olursun. Kendini ne sanıyorsun? Dünyada bir tek erkek sen kalsan sana bakmam, bin tane gönlüm olsa birini sana vermem. "
Buna çok üzüldü ve gık diyemedi. Yer yarılsa da içine girsem diye düşündü.
Daha sonraki günlerde kendini derslerine verdi. Çok çalıştı. Ankara Hukuk Fakültesi'ni kazandı ve dört yıl sonra avukat oldu. Fakültede okurken birkaç kıza arkadaşlık teklif eden Eren avucunu yaladı. Daha sonra İstanbul'a geri dönen Eren bir avukatın yanında bir yıl staj yaptıktan sonra kendi hukuk bürosunu açtı. Kazancı yerindeydi. Bir gün babasının marketine gitti. Yıllar önce kendisine bakkal çırağı diyen kızla karşılaştı. Kız marketten çıktıktan sonra peşine takıldı. Apartmanın girişinde kıza kendini tanıttı ve o zamanlar bakkal çırağı dediğini ama şimdi bir avukat olduğunu hatırlattı ve arkadaşlık teklifini tekrarladı.
Sarışın kız: " Avukat değil, astronot olsan sana bakmam, senin arkadaşlık teklifini kabul etmem. Zannetmiyorum ki seninle arkadaş olmak isteyecek bir kız bulunsun. Biz bin kız olsak ve bir adada mahsur kalsak, aramızdaki tek erkek sen olsan inan bir kız çıkıp da sana sarılmaz. Şu sözlerimden utan ve bir daha karşıma çıkma. "

Hızlı adımlarla kızın yanından uzaklaştı. Parka gitti. Dondurma aldı ama dondurmayı yere düşürdü. Az sonra ayağı taşa çarptı, tökezledi, neredeyse yere düşüyordu. Bir banka oturdu. Önünden gelip geçen kızlara imrenerek baktı. Neden benim böyle bir kız arkadaşım yok diye iç geçirdi. İçinden bir ses:
" Olur, Eren olur, sen hele sabret. " dedi.
" Sabret, sabret. Sabredeyim de ne zamana kadar? Yıllar geçiyor, bıktım artık yalnızlıktan. "
" Biraz daha sabret. Yakında senin de bir kız arkadaşın olacak. "
" Yakında mı? Ne kadar yakında? "
" Çok yakında. Pek yakında. "
Gözlerini sıktı. Sağa sola bakındı. Biraz umutlandı. Bakarsın olur diye düşündü. Bakarsın bir gün benim de bir kız arkadaşım olur. Ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Hafiften bir türkü söylemeye başladı ve parkın çıkışına doğru yürüdü.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:47
SİMİTÇİ ÇOCUK
1970 yılının mayıs ayının bir öğleye doğru vaktinde herkes kendi alemindedir. Büyük soğukların hüküm sürdüğü, kar yağışının manzarayı beyaza boyadığı, tipinin, fırtınanın bol olduğu bir kış mevsimi etkisini kaybetmiştir. Yaz gelmiştir. Ağaçlar dallanmış, kovanlar ballanmıştır. Yemyeşil çimenler bitmiştir. Tomurcuklar ilk nefeslerini derin derin içlerine çekmektedirler. Kırlar, parklar, bahçeler, insanla dolmuştur. Kışın sokaklarında hayaletlerin, cinlerin kartopu oynadıkları, kardan adam yaptıkları bu şehir yazın gelmesiyle birden bire heyecanlanmıştır. Dam altlarını, kapı eşiklerini, insan nefesini bir heyecan kasırgası etkilemektedir.*

İskender, 11 yaşında iş almak için Beyaga'nın fırınına gelir. Kapı ardına kadar açık hemen kapının bitişiğinde geniş ve uzun raflar vardır. Kapının üzerinde - İşi olmayan girmesin - yazılı tabela bulunuyordu. Fırının orta yerinde tahminen bir metre yüksekliğinde genişçe göbek taşı, bu taşın üzerinde de üç tane uzunlu kısalı fırın küreği ve koklayanın ah ettiği taptaze, bol susamlı simitler duruyordu. Fırın ocağının başında 40 yaşlarında, orta boylu, saçlarının önü tamamen dökülmüş, topluca yüzü ateşin etkisiyle kiremite çalan bir tavır takınmıştı. İçeride ayrıca gençten dört kişi vardı. İkisi simit satmak için bekleyen seyyar simitçi diğer ikisi hamur açıp simite şekil veren fırında çalışanlardı.

İskender içeri doğru birkaç ürkek adım atıp Ali Dayı'ya sordu:*---- Ben, dedi, simit alıp satmak için gelmiştim. Şöyle bir yutkundu. Eğer satıcıya ihtiyacınız varsa çalışmak istiyorum, dedi. Ali Dayı şöyle bir göz ucuyla çocuğu süzdü. Kısa saçlı, esmer yüzündeki buruk ifade onun bundan önce geçen hayatının pek kolay olmadığını gösteriyordu. Normal boylu, hafif zayıftı. Üzerinde eski ve siyah renkte biraz bol ve uzunca bir ceket ve pantolon vardı.*
Ali Dayı:*---- Simitçilerimizden birisi gelmedi. Onunkileri sen satarsın. Simitler 25 kuruş. Simit başına 10 kuruş kar veriyoruz. Söyle bakalım kaç simit almak istiyorsun?

İskender şöyle bir düşündü. Kararını verememişti. Hamurcu Cafer söze karıştı:---- İstersen 50 simit al. Bugün pazar. Yıldız Sineması saat 2' ye doğru dağılır. Ayrıca bugün top sahasında maç var. Oraya gidersin, dedi. İskender, Cafer'in konuşmasından güç alarak şöyle gerindi. Ali Dayı'ya dönerek " Tamam " dedi. " 50 tane satarım. "
Fırında bir yandan simitler fırına verilirken diğer yandan da sohbet koyulaşıyordu.*

İskender gün boyu sinema, maç, kahvehane, mahalle, sokak demeden dolaşmış ve elindeki simitleri satmış fakat oldukça yorulmuştu. Eline hesap kitaptan sonra kalan 5 lirasını aldı. Hava iyice kararmıştı ve sokaklar hala insan doluydu, çünkü o akşam pazar akşamı olduğu için üç-dört yerde birden düğün vardı. İskender ele güne aldırmadan evinin yolunu tuttu. Yol üstündeki bakkaldan içeri girdi. Tanesi bir lira olan ekmekten iki tane aldı. Koltuğunun altına ekmekleri sıkıştırarak dışarıya çıktı. Evleri şehir merkezinden oldukça uzaktı. İnegöl Belediyesi'nin göçmen evleri olarak yaptırdığı aynı tipte evlerden oluşan şehir kenarında kurulmuş bir mahalleydi. Halkı fakir insanlardı. Evlerde iki oda mevcuttu. Ayrıca evin yanında tuvalet ve çitle çevrilmiş küçük bir bahçesi vardı. Bahçeye daha çok mısır, domates, biber, fasulye ekerlerdi. Daracık, tenha sokaklar karanlıktı. Daha elektrik gelmemişti. Mahalleli odalarını kandil veya gaz lambalarıyla " eh işte " aydınlatarak karanlığı kovuyorlardı. İskender evin kapısını çaldı. Kapıyı anası açtı. Çocuğunun elinde iki tane ekmek görünce gözleri ışıdı: ---- Oğlum, ekmekleri nasıl aldın? diye sordu.

İskender buruk bir şekilde:*---- Ana bugün simit sattım. Kazandığım paranın bir kısmıyla bu ekmekleri aldım, dedi. Annesi kapıyı kapadı. Birlikte odaya girdiler. İskender'in babası, sedirin üstünde köşeye büzülmüş, oturuyordu. Sobanın üzerinde tencere kaynıyordu. Oda mis gibi kuru fasulye kokuyordu. Koku, İskender'in açlığını bir kat daha arttırdı. Çünkü sabah içtiği çorbadan sonra ağzına lokma koymamıştı. Ekmekleri anasına verdi ve sobanın yanına oturdu. Bahar aylarında olmasına rağmen üşümüştü. Geceleri nispeten soğuk oluyordu. İskender'in babası, 38 yaşında ve orta boylu idi. Çektiği sıkıntılar onu yaşından 10 yaş daha yaşlı gösteriyordu. Sırtı hafif çökmüş, saçları kırlaşmaya yüz tutmuş, beti benzi solmuştu. Gençliğinden beri tarlalara çapaya gider, ne iş bulursa çalışırdı. Yaptığı işin karşılığını alamamış, devamlı ezilmişti. Bilirdi ki kendisinden çok daha mutlu ve rahat yaşayanlar vardı. Bilirdi ki nefes almak, üç beş kuruş kazanıp anca karın doyurmak yaşamak değildi. Ama ne yapsındı ki ne yapsın!*

2 yıl sonra: Sonbaharda yavaş yavaş soğuklar başlamakta kış gelmektedir. İskender'in anası hamile kalmıştır. Fakat diğer yandan soğuktan iyi korunamamış, grip olmuş, devamlı öksürmektedir. 1972 yılı ocak ayında evinde doğum yapar, bir oğlu olmuştur. Çocuğun adını İsmail koyarlar. Yaptığı doğum ve gıdasızlık nedeniyle kadın çok halsiz düşmüştür. Doktora gidecek, ilaç alacak paraları yoktur. Bir hafta sonra hastalık zatürreye çevirmiş ve hasta perişan olmuştur. O gece devamlı sayıklamış, inlemiştir. Sabahı komşulardan birkaç kişi aralarında para toplarlar. Öğleye doğru baba kadını sırtlar, İskender de beraber İnegöl Devlet Hastanesi'nin yolunu tutarlar. Kapıdan içeri girerken, ayakkabılarının çamurunu kenarda silerler. İçeride görevli adama doktoru sorarlar, yukarıda sola sapın, ilerde, diye tarif eder. Baba zor zahmet merdivenleri çıkar. Doktorun kapısını çalar, içeri bir adım atar ki, ayağı kenardaki masaya takılır. Zaten yorgunluktan bitmiş, tükenmiş olan baba sendeler ve sırtında karısıyla beraber yere yuvarlanır. Kadının kafası sert zemine çarpar ve kanlanır. İskender anasının üstüne kapaklanır: ---- Ana, ana, diyerek feryat eder. Seslere birkaç doktor ve hemşire gelir. Baba yerinden yavaşça doğrulur, şaşkındır. Ne yapacağını bilemez. Oğlunu tutar, kaldırır.
Doktor: ---- Kadın zaten çok hastaydı. Adam birden düştü. Adamın bu işte bir suçu yok, der. Polise haber verilir.*

Anasının hastalığı ve hastanede vefat edişi İskender'in tertemiz yüreğinde derin yaralar açmıştı. Kolay değil yıllarca insanlık tarafından terk edilmiş vaziyette ipe sapa gelmez kaderinle baş başa yaşa, tam yeni işe girmiş az buçuk ekmeğini kazanmaya başlamış ve kardeş sahibi olmuşken, anacığını, o hep iyiyi düşünen, yaşamının en güzel yıllarını onu büyütmek için feda eden anasını kaybetmek... Babası ve kardeşi İsmail ile yalnız kalmışlardır. Kardeşi daha küçüktür ve bakıma ihtiyacı vardır. Şefkate ihtiyacı vardır. Yakın komşularının yardımıyla durum birkaç gün idare edilir ve komşu mahalleden kocası 1 yıl önce kızı Kisme ile yüzüstü bırakıp kaçmış olan Ardüş Hanım'ı İskenderlerin evine getirirler. Kadın çocuğa bakacak, ev işlerini yapıp o evin hanımı olacaktır. 1 yıldır kızıyla birlikte yalnız yaşamaktadır. Hayat şartları zordur. Kızı Kisme 7 yaşında, zayıf ve siyah saçlıdır. Eve üç yaşlı kadınla Ardüş Hanım ve Kisme misafir gibi gelirler, konuşurlar,anlaşırlar. Akşam üstü kadınlar giderler ve Kisme anasıyla yeni evinde kalırlar. Kisme çok sever İsmail'i, İskender'i de sever. İskender ne olduğunun farkındadır. Eve yeni bir kadın gelmiştir. Acaba iyi insan mıdır? Ana diyebilecek midir? Soruları kafasından geçerken sofra kurulur, babasının sesini duyar. ---- Haydi bakalım oğlum, gel de yemeğimizi yiyelim. İskender oturduğu yerden kalkar, sofraya oturur.*

İskender ertesi gün erkenden fırına gelir. İskender'i gören Ali Dayı:---- Ooo İskender, kaç gündür nerelerdesin? Seni çok özledik... Gel bakalım, şöyle azıcık konuşalım, diye seslenir. İskender usul usul, mahsun tavırla Ali Dayı'nın yanına yaklaşır.
Durumu fark eden Ali Dayı: ---- Ne o, yoksa kötü bir şey mi oldu? Söylesene oğlum, der. İskender o gün annesinin çok hastalandığını, babasıyla hastaneye götürdüklerini, orada anasının vefat ettiğini ağlayarak anlatır.

Bu duruma Ali Dayı çok üzülmüştür:*---- Her neyse, başınız sağ olsun, istersen bugün simit satma da yarın başlarsın, diye söylenir. Fakat Ali Dayı düşünmeden konuşur.

İskender:* ---- Öyle deme Ali Dayı, akşam evdekiler ekmek bekler. Ne yer, ne içeriz sonra, der. Yarım saat sonra İskender simitleri tablaya doldurup yola çıkınca " Haydi, sıcak sıcak simitler, isteyen yok mu? diye bağırır. Son kelimesinde laf ağzının içinde düğümlenir. Anası, babası, evi, kardeşi aklına gelir. Gözleri dolar. Şöyle etrafına bakınır. Ohoo kimin umurundadır, anası vefat etmiş, babası, kardeşi aç, kendisi aç, soğuktan küçücük elleri, kulakları, burnu, ayak parmakları mosmor olmuştur. Kimse duymaz sanki onun sesini, belki de duymak istemezler.

Herkesin işi gücü var, geçim dünyasıdır, menfaat dünyasıdır, bu dünya... Elma İskender, kurt da kederi içini hızla sömürmekte ve çürümektedir. İskender, gözlerindeki yaşları siler buz kesmiş parmaklarıyla. Memur vardır, işçi, köylü dertleri farklıdır. Hepsinde dert tonla ekmek fakirde umuttur. Kasalar vardır, cüzdanlar vardır. Mis gibi hayat yaşamaktadırlar. Fakir fukaranın hakkı olan ekmeğin bir parçası toplanır toplanır, onların boyunlarına gerdanlık, kollarına bilezik, parmaklarına yüzük olur. Eşitlik bu değildir. Hak bu değildir. Kardeşlik bu değildir.*

SON

Yazan: Serdar Yıldırım ( 1984 )

Google'ye Serdar Yıldırım'ın Hayat Hikayesi yazdığınızda çıkan site ve forumlardan birini açtığınızda yazının ortasında şöyle der: 1984 yılında Simitçi Çocuk isimli ilk hikayemi yazdım. Daha sonraki 4 yıl sadece şiir yazdım. Aslında hikaye yazmak istiyordum ama pek çok defa denememe karşın, bu mümkün olmadı. Önünde kağıt, elinde kalem 1 saat, 2 saat öylece beklemek ve hiç birşey yazamamak korkunç zordur. 1988 yılında gerçek anlamda hikayeler ve masallar yazmaya başladım. O yıl ağustos ayında Korkak Tavşan' ı yazdım. Sonra Ot Yiyen Kaplan, Zavallı Çoban, Keloğlan İle Nasreddin Hoca.
İşte, bu Simitçi Çocuk adındaki hikaye benim ilk hikayemdir. 32 yıl sonra 2-9-2016 tarihinde ilk olarak okunmasını sağladım. Sadece daha önce Radyo Press' te program yaparken 1998 ve 1999 yıllarında iki defa radyodan okumuştum.

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:50
BANDIRMA VAPURU
Karadeniz'in hırçın dalgaları arasında yıllara meydan okuyan bir eski Bandırma Vapuru'yum. Nice zamandır liman liman gittim, geldim. Binlerce, on binlerce yolcu taşıdım. Onların konuşmalarını istemeyerek de olsa dinledim. Dertlerini derdim bildim. Onlar hiçbir zaman bunun farkında olmadılar yani beni fark etmediler. Ders kitaplarında ve pek çok kitapta, gazetede adıma defalarca rast gelmişsinizdir. Bundan sonra da rast geleceksiniz, bunu biliyorum. Ey gelecek yeni nesiller, sizi inanamayacağınız kadar büyük ve görkemli bir sevgiyle kucaklıyorum.
16 Mayıs 1919 günü on dokuz subayı aldım. Rota Samsun'du. Buralar Anadolu ve Anadolu düşman istilasına uğradı. Bu subaylar Türk ve bir Kurtuluş Savaşı başlatacaklar. Lider pozisyonunda sarı saçlı, mavi gözlü bir dev var: Adı Mustafa Kemal. Bakalım gelecek günler Mustafa Kemal'den neler bekler?

16 Mayıs gecesi bir fırtına? Ne oluyor dedim kendi kendime:
Karadeniz sen bu kadar hırçınlaşmazdın.
Böylesine çelik yüreklerin canına kast etmezdin.

Bunun üzerine fırtına ses verdi:
Oy Bandırma Vapuru cana, benize
On dokuz subayı üfleyiver denize.

Baktım fırtına laf anlamaz, söz dinlemez. Onunla irtibatı kestim. Fırtınanın ortasında bir ceviz kabuğu gibi sallanmaya devam ettim. Üç gün, üç gece tarih yazdım ve 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a vardım.
Güle güle Mustafa Kemal yolun açık olsun.
Gemi kazanından büyük yüreğin sevgiyle dolsun.
Üç gün boyunca Türkiye dedin durdun.
Dilinden düşmeyen Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarsın.

Değerli yolcularım, karaya ayak basar basmaz bir rahatladım ki sormayın. Daha sonra Türk'ün Kurtuluş Savaşı başladı. Mustafa Kemal'in akıllara durgunluk veren zekası ve kahramanlıkları karşısında perişan olan düşmanlar evlerine döndüler. Çanakkale'de de Mustafa Kemal vardı. Çanakkale'ye geldiğinde boşuna bütün cephelerin komutanlığını Mustafa Kemal'e bırakmadılar. O, olmasaydı Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı.
Benim adım Bandırma Vapuru.
Haber çıkar iki gazete küpürü.
Mustafa Kemal, Yunan'ı Anadolu'dan süpürdü.
Komutan Trikopis Atina'dan köpürdü.

Oy Trikopis, Trikopis, neden Atina'dasın?
Bak Mustafa Kemal cephede sen neden değilsin?
Belli ki ölümden korkmaktasın.
Canım bu vatana feda diyen
Mustafa Kemal 'e karşı zafer kazanamazsın.
Kazanamadın zaten.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


-------------------------------------------------------------------

SAKARYA İLE FOKS
Masal masal içinde, hikaye masal içinde, neden hikaye masal içinde, hikaye çıksa ya masalın içinden. Sen istedin ya işte hikaye çıktı masalın içinden.
Günün birinde yağan yağmurlar sonucu Ankara yakınlarındaki bir dere taşar. O bölgede bir çiftlik vardır. Sel, çiftliği sürükler, götürür. Bir at ve bir köpek yakındaki bir tepeye çıkarak kurtulur. Atın adı Sakarya, köpeğin adı Foks'tur. Su seviyesinin yükselmesi durunca Foks, Sakarya'ya şöyle bir soru sorar: " Sakarya, sence bu sel niye geldi? "
Sakarya başını iki yana sallar ve temkinli konuşur: " Bence bir şey yok ama insanlar ağaçları keser ve doğanın çoraklaşması için, çöl olması için, gayret gösterirlerse sonucuna katlanmaları gerekir. Her kesilen ağaç fazladan bir su demektir. Bak o bir su çiftliği söktü, götürdü. Bin ağaç kesilse bin tane çiftlik demektir. Kaç tane çiftlik arkadaşımızı selin götürdüğünü var git sen hesap et. Bu tepeden başka yakında sığınacak yer yok bilmiş olasın.

Foks: " Tavuklar, horozlar, atlar, keçiler, koyunlar. Bu selde boğuldular. Geriye ne kaldı? Bir ben Foks, bir sen Sakarya. Belki sağda, solda selden canını kurtarmış olanlar vardır. "
" Vardır veya yoktur. Bunu sel çekilince göreceğiz. Demek ki, doğa şartları uygun bulursa acımasız oluyormuş. "
" Ne demezsin? Bu sel çekilirse yakın bir zamanda yine sel gelir mi? "
" Yakın bir zamanda değil ama uzak bir zamanda sel gelebilir. Alıp götürecek bir şey bırakmadı."

Sakarya ile Foks ertesi güne kadar tepede beklediler. Nihayet sel çekildi. Aşağı indiler. Çiftliğin olduğu yerde diz boyu çamur vardı. Birkaç tahta parçası ve bir dal yığını. Onlar daha sonra Ankara'ya doğru kararlı adımlarla yürüdüler. Hedefleri Çankaya Köşkü'ydü. Mustafa Kemal Paşa şimdi orada olmalıydı.
Atın adı Sakarya. Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı sırasında bindiği at. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından. Pek çok şehirde gördüğümüz Atatürk heykellerinin koreografisinde yer alan at Sakarya'dır. Foks. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yıllarca Atatürk'ün yanında olan köpek. Atatürk, Çankaya Köşkü'nde geceleri uyurken yatak odasının kapısında nöbet bekleyen Foks'tur. Bu bekleyiş yıllarca sürer ve Foks geceleri gözünü kırpmaz, aman O'na bir zarar gelecek endişesi taşıdığından. Bu ikisi kısa bir zaman dilimi için, Atatürk'ten ayrı kalmışlardı çünkü bir süreliğine hava değişimi için Ankara dışına çıkarılmışlardı. Hayatın bazı gerçeklerinin farkına vardıktan sonra hayat kalitelerinin ne derece çöküntü içine girebileceğini görüp, yuvaya, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu eşsiz asker ve büyük devlet adamı Atatürk'ün yanına dönüyorlardı. Onlar şimdi yeniden dünyaya gelmiş gibiydiler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:51
YAVRU BALİNA İLE KÖPEKBALIKLARI
Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi.
“ Annemi yerler mi insanlar? “ diye sordu yavru balina.
“ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem, insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “
“ İnsanlar kötü yaratık desene? “
“ Hem de çok kötü yaratık. “
“ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “
“ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı.
Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde: “ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi.
“ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı.
“ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina.
“ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “
“ Çocuğu yuttum. “
“ Yuttun mu? “
“ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “
“ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerideki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acımak yok. “

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları, bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti: “ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:
“ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “
“ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…”
Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:
“ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak, denizin derinliklerine yolladı.

Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince, başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk, yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi: “ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “
“ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “
“ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “
“ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “
“ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.”
“ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.”
“ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “

Yavru balina olanları anlattıktan sonra: “ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “
“ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “
“ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil.
“ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “
“ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “
“ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “
“ Seni seviyorum, Mark.”
“ Ben de seni seviyorum, Sili.

Mark oradaki deniz feneri bakıcısının çocuğuydu. Biraz sonra koşarak deniz fenerine gitti ve babasıyla annesine durumu anlattı. Babası, telsizle olanları yetkililere bildirdi. Hep birlikte ellerinde kovalarla yavru balinanın yardımına koştular. Denizden kovalarla aldıkları suyu yavru balinanın üstüne döktüler. Fakat ne çare, gücü gitgide tükenmekte olan yavru balina, çocuğa; Mark, hatıram unutulmasın, insanlar beni unutmasınlar, dedi. Yetkililer olay yerine ulaştığında, baba, anne ve çocuğun hıçkırıklarla ağladığını gördüler. Yavru balina kurtarılamadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:52
CÜCE KADININ ÖLÜM KORKUSU
Tek katlı, ahşap köy evindeki hareket birden duruldu. Sevincin yerini üzüntü aldı. Ayşe Hanım doğum yapmış, kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ufacık-tefecik, küçücük bir kız çocuğu. Aradan on yıl geçti, on beş yıl geçti, yirmi yıl geçti, ama onun boyu 95 cm. idi, yani 1 metre bile değil. Daha sonra da boyu hiç uzamadı zaten, hep 95 cm. kaldı. Siyah saçlı, kahverengi gözlü ve güzel yüzlüydü. İyi kalpli, düşüncesi berrak, iradesi güçlüydü. Fakat zaman zaman elinde olmadan insanların bakışlarından etkileniyor ve bazı geceler sabaha kadar ağlıyordu. Meral yirmi beş yaşındayken kendinden 10 cm. daha uzun olan Hakkı adında zengin bir adamla evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Oğlunun boyu normaldi, daha dokuz yaşındayken annesinden bir karış uzundu. Hakkı’yı çiftlikteki akrabaları öldürünce, Meral dağlara kaçtı. Buna sebep Hakkı’nın cüce olmasıydı. Akrabaları onu kısa boyundan dolayı yüz karası olarak görüyordu. Nasılsa miras oğluna kalıyordu; hem oğlu cüce değildi. Hakkı’nın bir çocuğu daha olsa ve cüce kalsa. İşte buna izin vermeyecekti akrabaları.

Meral dağlara kaçarak canını kurtarmıştı, yoksa onu da öldüreceklerdi. Onun mağaralardaki, ağaç kovuklarındaki yaşamı uzun sürdü. Elbisesi yırtık-pırtık, ayakkabısı ise yoktu. Yalınayak geziyordu. Yorgan yoktu, battaniye yoktu, yatak yoktu. Çok zordu kış günleri, sabahları uyanınca zangır zangır titriyordu. Bazı günler elleri-ayakları buz kesiyor, damarlarında donan kanı hareket ettirmek için ağzıyla hohluyordu. Sıcacık odada karnı tok olarak bulunsaydı bundan hiç şikâyet etmezdi. Dağlarda bulduğu sebze ve meyveleri yiyor, dereden, gölden su içiyordu. Ispanak ve pırasa pişmiş olarak servis yapılınca yemek kolay ama Meral bunları çiğ olarak yiyordu. Zorluğunu denemeyen bilmez. Bir de ekmek vardı. Sıcacık, mis kokulu ekmek. Bazı şeylerin değeri yokluğunda fark edilir. Meral ekmek bulamamasına çok içerliyordu. Artık tadını unuttuğu, adını zar-zor hatırlayabildiği ekmek.

Aradan on altı yıl geçti. Dağlarda geçen on altı yıl. Meral elli yaşındaydı. Sıcak bir yaz gecesi uyku tutmuyordu. Ormanda uzanmış yatıyordu. “ Oğlum, diye düşündü, Meral. Canım oğlum, acaba şimdi nerededir? Büyük bir ihtimalle çiftliktedir. Yirmi beş yaşında olmalı. Belki evlenmiştir. Aslan gibi olmuştur. Şöyle uzun boylu, yakışıklı. Beni hatırlar mı ki? Anacığını. Tabi hatırlar, o zamanlar dokuz yaşındaydı. Oralara geri dönsem oğlumu görebilir miyim? “ İşte, Meral’in düşündüğü son cümle onu harekete geçirdi. Aniden ayağa kalktı ve çok uzaklardaki çiftliğe doğru yola çıktı. Günlerce yol yürüdü Meral, dağdan dağa geçti. Önüne kurt çıktı. Ağaca tırmanarak zor kurtuldu. Kurt onu ayak bileğinden ısırmıştı. Kanayan yaranın üstüne yaprak koyup sarmaşıkla sardı. Ertesi gün davul gibi şişti ayak bileği. Bazı günler ağrıyan ayağının acısına dayanamayıp saatlerce baygın yattığı oldu. Zamanla ayağı iyileşti. Yara tamamen kapandı. Meral tekrar çiftliğe doğru yürümeye başladı. Meral, aylar sonra çiftliğin yakınlarına geldi. Çiftliğe yaklaşmıştı ki, at üstünde genç bir adam Meral’in önüne çıktı: “ Dur, kimsin? Adın ne senin? “ diye sordu.
Cüce kadın: “ Adım Meral “ diyebildi.
Genç adam: “ Meral mi? Tanıdım seni. Sen benim annemsin. “
Cüce kadın: “ Annen miyim !? “
Genç adam attan inip cüce kadının önünde diz çöktü, ellerini tuttu: “ Annemsin. Ben senin oğlun Emin’im. “
“ Emin, sonunda kavuştum sana. Babanı akrabaları öldürdü. Ben dağlara kaçıp canımı kurtardım. Seni bulma isteği yaşama sevincimi ateşledi. Dayanılması güç acılar çektim, ama ölmedim. Canım oğlum, kocaman adam olmuşsun. “
“ Evet, anne, kocaman adam oldum. Babamı öldürenleri kendi ellerimle kolculara teslim ettim. Altı yıldır dağlarda gece-gündüz demeden hep seni aradım. İşe bak ki, ben seni bulamadım, sen beni buldun. Sen annelerin annesisin. “

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:52
İKİ ODUNCU
Bundan yıllarca önce ülkenin birinde iki oduncu yaşarmış. Bu iki oduncu çok iyi arkadaşmış. Kasabanın yakınındaki ormanın kenarına yaptıkları evlerde kalırlar, her sabah birlikte ormana gidip odun keserler, odunları eşeklerine yükleyip kasabada satarlar, bir ihtiyaçları varsa alırlar ve evlerine dönerlermiş. Bir gün bu iki oduncu kasabadan dönerken bir hiç yüzünden kavga etmişler. Ertesi sabah biri ormanın bir tarafına, diğeri öbür tarafına odun kesmeye gitmiş. Artık birbirlerini arayıp sormuyorlar, yolda karşılaşmamaya dikkat ediyorlarmış.

Odunculardan adı Ahmet olanı ormanda odun keserken, ağacın kovuğunda bir küp altın bulmuş. Çok sevinmiş. Altınları evine getirip saklamış. O gün çok düşündüğü halde altınları ne yapacağına karar verememiş. Ertesi sabah arkadaşı şüphelenmesin diye yine odun kesmeye gitmiş. Aradan günler geçtiği halde soruna bir çözüm yolu bulamayan Ahmet, şu bizim Mehmet’e bir şaka yapayım, bakalım nasıl şaşıracak, diyerek bir keseye altın doldurup gece yarısı ormana gitmiş. Arkadaşının odun kestiği yerdeki bir ağacın dalına keseyi asmış. Sabah olunca ağacın dalında altın dolu keseyi gören Mehmet çok şaşırmış: “ Altın dolu kesesini saklamak isteyen biri getirip de böyle ağacın dalına asmaz. Kuşlar getirip bunu buraya bağladı desen o da olmaz. Yoksa bizim Ahmet…Tabii ya, neden olmasın. Demek ki, Ahmet ormanda çokça altın buldu. Birazını keseye doldurup, bu ağaca bağladı. Düşündüğüm doğru olabilir de, olmayabilir de. En iyisi durumu Ahmet’le konuşmak “ diye düşünmüş.

Çabucak odun kesip eşeğin sırtına yüklemiş ve kasabaya giden yola çıkıp Ahmet’i beklemeye başlamış. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, Ahmet eşeğiyle karşıdan görünmüş. Mehmet, Ahmet’e durumu anlatmış ve bu altınları oraya kendisinin bırakıp bırakmadığını söylemesini istemiş. Ahmet yalan söylemesini sevmezmiş ama bilmem, benim haberim yok, deyivermiş işte. Bunun üzerine Mehmet bulduğu altınlarla bugün kasabada ziyafet vereceğini söylemiş. Ahmet kasabaya varıncaya kadar ne kadar dil döktüyse de, Mehmet’i kararından vazgeçirememiş. Birlikte odunları sattıktan sonra Mehmet bir tellal tutmuş ve kasabalıları meydanda vereceği ziyafete çağırmış. Meydana masalar kurulmuş, yenilmiş, içilmiş, oyunlar oynanmış, neşe içinde ziyafet tamamlanmış. Akşamüstü Ahmet ile Mehmet eşeklerini önlerine katıp evlerine dönmüşler.

Ahmet o gece bir türlü uyuyamamış. Yatağında bir o yana, bir bu yana dönmüş, durmuş. Mehmet’in bir kese altını boş yere harcamasına şaşıyormuş. Gece yarısı aniden aklına bir fikir gelmiş. Mehmet belki bir kese altını keşke harcamasaydım diye düşünüyordur. Belki yaptığına pişman olmuştur. Eğer yarın bir kese altın daha bulursa kesinlikle aynı şeyi yapmaz, kendi ihtiyacı için kullanır. Ahmet üşenmeden kalkmış, bir keseye altın doldurup ormana gitmiş. Mehmet’in odun kestiği yerdeki bir ağacın dalına keseyi asmış. Sabah olunca Mehmet keseyi bulmuş. Ahmet’in yalvarmasına, çırpınmasına aldırış etmeden kasabada bir ziyafet daha vermiş. Ahmet o gece hiç uyuyamamış. Bütün gece evin içinde dönmüş, durmuş. Hırsından ne yapacağını bilmez haldeymiş. Ertesi gün öğle üzeri ne kadar altını varsa eşeğine yükleyip kasabanın aksi istikametinde bir yola girmiş ve rastladığı ilk şehirde tam iki yıl her gün şölen düzenleyerek, ziyafet vererek eğlenceli bir hayat yaşamış. Altınlar bitince eşeğine binerek evine geri dönmüş.

İki oduncu tekrar birlikte odun kesmeye başlamış. Aradan aylar geçmiş, fakat ne Ahmet Mehmet’e iki yıl süresince nerede olduğunu, ne yaptığını anlatmış, ne de Mehmet Ahmet’e bunları sormuş. Günlerden bir gün kasabadan dönerken yine bir hiç yüzünden kavga etmişler. İki oduncunun yolları ayrılmış. Biri ormanın bir tarafında, diğeri öbür tarafında odun kesmeye başlamış. Bu sefer Mehmet bir ağacın kovuğunda bir küp altın bulmuş. Altınları nasıl harcayacağını düşünürken aklına Ahmet gelmiş. Bir gece Ahmet’in odun kestiği yere bir kese altın bırakmış. Ahmet ertesi gün kasabada ziyafet vermiş. Bir iki derken, Mehmet kızmış, eşeğine binip uzak bir şehre gitmiş. İki yıl her gün ziyafet verip altınların hepsini bitirmiş, evine geri dönmüş. İki oduncu yine barışmışlar, birlikte odun kesmeye başlamışlar. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bu arada, iki oduncunun eşekleri ölüp gitmiş. İki oduncu ihtiyarlıklarında kasabaya sırtlarında odun taşırken, yıllar önce buldukları birer küp altınla birbirlerine nasıl oyun yaptıklarını ballandırarak anlatmışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:55
KELOĞLAN İLE KEL OLMAYAN ADAM
Eski zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan yemek saatleri dışında evde eğlenmez gezermiş. Yakın köylere, kasabalara gider, arkadaş edinir, durup durup gerinirmiş. Yolda yürürken adıyla seslenip İbrahim diyenlere dönüp bakmaz, pire için yorgan yakmazmış. Bir elin nesi var, Keloğlan'ın takkesi var dermiş ama ak akçe kara gün içinmiş ve kara gün çokmuş, cepte akçe yokmuş.

Denize olta atmış, eski bir çarık çekmiş. Çarığı denize atmış, balıkları korkutmuş.
Yollar patika yol, omuz altında iki kol. Bu kol sağ, bu kol sol kol, mintanı da pek bol.
Üzüme bakmış kararmamış, güneş altında sararmamış. Çölü geçmiş kurumamış, hayata gülmüş, üzülmemiş.

Hal ve gidişi böyle olan Keloğlan bir gün kel olmayan bir adamla tanışmış. Bu adam Serdar Yıldırım'mış. Zamanda yolculuğa çıkmış ve aramış, Keloğlan'ı bulmuş. Bildiği atasözlerini birbirine karıştırmış ve bir kağıda yazıp Keloğlan'a okumuş.

Taşıma suyla değirmen döndüren adamın tatlı dili yılanı deliğinden çıkarmaz.
Tokken açın halinden anlayan tilkinin dönüp dolaşacağı yer, mağarasıdır.
Dili kılıçtan keskin olan denize düşünce yılana sarılmaz.
Dost tatlı söylediği için, attığı taş baş yarmaz.
Dağdan köyü görünce kılavuz istemeyen ormanda kaybolur.
Güneş girmeyen doktorun evi balçıkla sıvanmaz.

Eğer Serdar Keloğlan'ı gıdıklamasa Keloğlan'ın bunlara güleceği yokmuş. Ama Serdar'ın dostluğu iyiymiş. Kısa zamanda Keloğlan'la can ciğer kuzu sarması olmuşlar. İkisi birlikte kasabaya doğru giderken, hışımla yürüyen biri Keloğlan'a yandan çarpmış, geçip gitmiş. Peşinde kılıçlı bir manga fedai varmış.

Keloğlan sormuş: " Kim bu böyle ya? "
Serdar cevap vermiş: " Fatih Sultan Mehmet. İstanbul'u fethetmiş, geri dönüyor. Senin zamanının Konstantinopolis'i. "
Keloğlan: " Sağına soluna dikkat etmesi gerekir. Beni yere düşürecekti. "
Serdar: " Onun gözü dünyayı görmez, seni mi görecek? Ya ben İstanbul'u alırım ya da İstanbul beni, demiş. İstanbul'u aldı. Sonradan ya Roma beni alır ya da ben Roma'yı demeye başlamış. Ama Roma'yı alamadı. Roma onu aldı. Roma'ya siz Rim diyorsunuz. "
Keloğlan: " Nasıl yani? "
Serdar: " Roma üstüne sefere çıkmaya hazırlanırken zehirlendi. 49 yaşındaydı. "
Keloğlan: " Zehirlendi diyorsun ama yaşıyor. Az önce bana çarpmıştı. "
Serdar: " Demek ki zamanda yolculuğa çıkmış, zaman gezgini olmuş. "
Keloğlan: " Rim üstüne sefer hazırlığında olmasın? "
Serdar: " Yok daha neler? Zaman gezginleri büyük kader değişikliklerine sebep olamazlar. "
Keloğlan: " Bu Sultan Mehmet hangi ülkenin sultanı? "
Serdar: " Osmanlı Devleti'nin sultanı yani padişahı. "
Keloğlan: " Osmanlı Devleti mi? O da nereden çıktı? "
Serdar: " Yumurtadan. Şimdi Anatolikon'da (Anadolu'da) hangi devlet var? "
Keloğlan: " Selcukiyân-i Rum. "
Serdar: " Rum Selçuklu Sultanlığı yani Anadolu Selçuklu Devleti. Sonradan bu devlet parçalanacak, beyliklere bölünecek. Bu beyliklerden Osmanlı Beyliği zamanla diğer beylikleri ele geçirerek büyüyecek devlet olacak. Anadolu'da birliği sağladıktan sonra yönünü İstanbul'a ve Avrupa'ya dönecek. İstanbul'u aldıktan sonra Avrupa'daki pek çok devletin topraklarını zapt eden Osmanlı Devleti'ne Osmanlı İmparatorluğu denecek. Bir de bunun Orta Doğu ve Kuzey Afrika boyutu var. 600 küsür yıllık Osmanlı yaptığı savaşlarla hatırlanır olacak. "

Keloğlan: " Osmanlı İmparatorluğu sonradan ne oldu? "
Serdar: " Paramparça oldu. Elde kalan bir bu Anadolu düşman çizmeleri altında eziliyordu ama Başkomutan Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı başladı. Mustafa Kemal uzun uğraşlardan sonra Anadolu'yu düşmanlardan temizledi ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Türk halkı O' na Atatürk soyadını verdi. 4 ay kadar oldu Cumhuriyet'imizin 90. yılını kutladık. Nice 90 yıllara diyelim. "
Keloğlan: " Buralar düşman dolmuşken Mustafa Kemal kurtarmış. O'nu bir görebilsem. Sence zamanda yolculuğa çıkmış mıdır? "
Serdar: " Bilmem hiç karşılaşmadım. Bir gün karşılaşırsam sana haber veririm. Birlikte Mustafa Kemal Atatürk'ün yanına gideriz. "
Keloğlan: " O günü sabırsızlıkla bekleyeceğim. "


SON

Serdar Yıldırım
15 Kasım 2023, 11:55
MUSTAFA KEMAL'İN ORDUSU
Kurtuluş Savaşı zamanında
Yunan birlikleri 1.5 yıl Bursa'da kaldı.
Halka eziyet etti, yapmadığını bırakmadı.
Padişah, bu yapılanlara seyirci kaldı.
* * * *
Camileri yıktılar, yerle bir ettiler.
İbadeti yasakladılar, ezanlar sustu.
Ulucami'nin taşları, Demirtaş Köyü yakınına atıldı.
O güzelim mermerler kırıldı, tuzla buz edildi.
* * * *
Sakarya Zaferi kazanıldıktan sonra,
Türk Devleti'nin ve ordusunun gücünü dünya kabul etti.
Bunun üzerine Yunan, Eskişehir, Afyon çizgisine çekildi.
Sonra Büyük Taarruz başladı. (26-Ağustos-1922 )
* * * * *
Bir gün sabaha karşı Yunan kuvvetlerine telsiz geldi.
Donanma, Gemlik, Mudanya açıklarında bekliyordu.
Şakası yoktu, Taarruz Kemal geliyordu.
Onlar, O'nun adını Çanakkale'den biliyordu.
* * * *
Gelen Mustafa Kemal'in ordusuydu.
Yenilmez, yener, ezilmez, ezerdi.
Hiçbir ordu, bu kuvvetler karşısında duramazdı.
Yunan kaçarken Bursa'yı yaktı.
* * * *
Milli Kuvvetler, yunanı Gemlik, Mudanya önünde karşıladı.
Onlar, hiçbir zaman denize ulaşamadı.
Mustafa Kemal'in talimatı doğrultusunda
Karşılarına Türk Birlikleri çıkmıştı.
* * * *
Mustafa Kemal diyordu: " Hiçbir şey bu kadar kolay olmamalı,
Yaptıklarının bedelini ödemeliler.
Bu ülke sahipsiz değildir.
Padişah sahip çıkmazsa, ben sahip çıkarım. "
* * * *
Güney Marmara yunana dar geldi.
Onlar 1.5 yıldır ne ektilerse onu biçtiler.
Zulüm yaptılar, can aldılar.
Aldıkları canları canlarıyla ödediler.
* * * *
Ulu Cami, Orhan Cami, Yıldırım Cami
Yeşil Cami, Yeşil Türbe ve Bursa'daki pek çok cami ve türbe
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk tarafından,
Aslına uygun olarak yaptırılmıştır.
* * * *
Bir de bütün yurdu düşünürsek,
Türkiye Cumhuriyeti sınırları olarak
Yüzlerce cami, binlerce türbe?
Bir de Atatürk, İslam'a zarar verdi diyenler var.
* * * *
Sen hangi caminin yapılmasına katkıda bulundun?
İslam'ın bu topraklarda gelişmesine nasıl destek verdin?
Kendine bile faydan yokken İslam'ı Anadolu'da gururlandıran
Atatürk'e saygı duy, O'nun devrimleri ışığında yolunu aydınlat.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
03 Şubat 2024, 22:16
KARAGÖZ İLE HACİVAT: KARAGÖZ BİLMECE SORUYOR
Karagöz: Hacivat bir bilmecem var.
Hacivat: Sor Karagözüm, sor da bileyim.
Karagöz: Bir elin sesi var, iki elin nesi var.
Hacivat: Bilmeceyi yanlış sordun. Bir elin nesi var, iki elin sesi var diyecektin.
Karagöz: Laf kalabalığını bırak Hacivat. Sen benim sorduğuma cevap ver.
Hacivat: Bir elin sesi olmaz ki.
Karagöz: Olmaz mı? Bak orta parmak baş parmak nasıl da şıklıyor.
Hacivat: Ama bu atasözü, değişmez ki.
Karagöz: Değişti işte. Atasözüydü oldu şimdi Karagöz sözü.
Hacivat: O zaman bilmecenin cevabı ne?
Karagöz: Hay kabak kafa. İki elin nesi alkıştır, alkış.
Hacivat’ın sarımsak yemiş bülbüle döndüğünü gören Karagöz bu fırsatı kaçırmak istemez. Hacivat’ı perişan etmeye kararlıdır.
Karagöz: Bir diğer bilmecem de şu: Ak akçe ne içindir?
Hacivat: Bundan kolay ne var. Ak akçe kara gün içindir.
Karagöz: Bilemedin.
Hacivat: Ne bilemedim mi?
Karagöz: Ak akçe Karagöz içindir.
Beyninden vurulmuşa dönen Hacivat’ın gözlerinin karardığını gören Karagöz, O’nu tutar, yavaşça yere oturtur. Biraz kendine gelince yeni bir bilmece sorar: Çivi çiviyi ne yapamaz?
Hacivat: Soruyu yanlış sordun. Çivi çiviyi ne yapar diyecektin. Çivi çiviyi söker.
Karagöz: Bunu da bilemedin. Çivi çiviyi sökemez.
Hacivat: Sökmesi gerekir.
Karagöz hazırlıklı gelmiştir. Cebinden iki çivi çıkarır. Birini yerdeki taşla tahtaya çakar. Öteki çiviyle uğraşır, çiviyi sökemez.
Hacivat sağa sola bakar. Bir tanıdık gelse de şu Karagöz’ün dilinden beni kurtarsa der. Gelen giden yoktur. Su almış kayık gibi yan yatmış Hacivat’ın yanına çömelen Karagöz son darbeyi vurur: Söyle bakalım Hacivat: Kendi düşen ne yapar.
Zorlukla konuşan Hacivat: Kendi düşen ağlamaz, der.
Karagöz: Hayır, kendi düşen ağlar. Dün benim oğlan koşarken düştü ve ağladı.
Bunun üzerine Hacivat sırtüstü düşer. Bayılmıştır. Karagöz savaş kazanmış bir komutan edasıyla omuzlarını gerer, Hacivat’ı orada bırakır ve evinin yolunu tutar.

-----------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GEL KEŞKÜL YİYELİM
Hacivat Karagöz’ün evinin kapısını çalar, Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: Aman Karagözüm, koş gel. Hanım keşkül pişirdi. Gel keşkül yiyelim. Ağzımız tatlansın dilimiz ballansın.
Karagöz: Yazın şu sıcağında Eşkel’de ne işin var?
Hacivat: Eşkel demedim Karagözüm, keşkül dedim. Keşkül pişti, soğuk düştü. Gel bize keşkül yiyelim.
Karagöz: De git Hacivat, iyi diyorsun da ben yüzme bilmem ki.
Hacivat: Eşkel’i boş ver, keşküle gel. Gel Karagözüm, gel gel.
Karagöz: Eşkel’e gideriz, gezip döneriz. Yüzme bilmem, denize girmem. Bunu iyice kafana sok.
Hacivat: Senin için, balık gibi yüzer dediler.
Karagöz: Gençken öyleydi, sonradan yüzmeyi unuttum.
Hacivat: Ama yüzme unutulmaz ki.
Karagöz: Unuttum diyorsam unutmuşumdur. O kadar.

--------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: TAHTA KAŞIK
Hacivat Karagözün evinin önüne gelir:
“ Aman Karagözüm, koş gel. Pazardan tahta kaşık aldım. “
Karagöz pencereye çıkar: Bizim evde bulaşıkları hanım yıkar.
Hacivat: “ Aman Karagözüm, koş gel. Tahta kaşıklar bak gel. “
Karagöz: “ De git Hacivat, bulaşıkları yıkıyorsan kime ne. “
Hacivat: “ Bulaşık demedim, kaşık dedim. Pazardan tahta kaşık aldım. “
Karagöz: “ Tahta kurusunu kaşıkla mı ezdin? O kaşıkla bana yemek mi yedireceksin?
Hacivat: “ Aman Karagözüm, etme eyleme. Ben öyle bir şey söylemedim. “
Karagöz: “ Seni gidi beni bilmez. Çağırayım zaptiyeleri de seni falakaya yatırsınlar. “
Hacivat: “ Dur, zaptiyeleri çağırma. Gel bize gidelim, ayran içelim. “
Karagöz: “ Lafı karıştırma, bayrama daha çok var. “
Hacivat: “ Yeni halı aldım, üstünde yatarız. “
Karagöz: “ Demek beni çalı üstünde yatıracaksın? Her yanıma diken batar. “
Hacivat: “ Pazardan iki tavşan aldım. Görmeye gidelim. “
Karagöz: “ Pazar günü Keşan’a mı gidiyorsun? “
Hacivat: “ Şey yani evet, dayım hastalanmış. “
Karagöz: “ O zaman bir an önce git. Hasta ziyareti deyince akan sular durur. “
Hacivat, Karagöz’ün evinin önünden koşar adım uzaklaşır. Geçen sene Karagöz’ün çağırmasıyla gelen kendisini falakaya yatıran zaptiyeler aklına gelir. Tabanları sızlar. Bırak iki günü iki ay Karagöz’ü arayıp sormaz.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GÜREŞ
Hacivat: “ Gel Karagözüm, güneşlenelim. Öğle sıcağı iyice bastırdı. “
Karagöz: “ Güreşelim mi? Tamam güreşelim. “
Hacivat: “ Güreşelim demedim, güneşlenelim dedim. “
Karagöz: “ Ben senden korkmam Hacivat. Yoksa sen benden korktun mu? “
Hacivat: “ Ben hiçbir şeyden korkmam bilirsin. Sen benden korktun mu? “
Karagöz: “ Bre Hacivat, senden niye korkayım? 60 kilo ya çekersin ya çekmezsin.”
Hacivat: “ Doğru korkmazsın. Yıllar önce şu Pınarbaşı Meydanı’nda 70 kiloluk halinle 120 kiloluk Hulusi’yi paramparça ettiğini gözlerimle gördüm. “
Karagöz: “ Az görmüşsün. Ne insan azmanlarına şu meydanın çimenlerini yoldurdum. “
Hacivat: “ Keşke geçmişe dönebilsem ve senin güreşlerini seyredebilsem. “
Karagöz: “ Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük güreşçisi benim. “
Hacivat: “ Onun orası öyle de gelecekte seni pes ettirecek güreşçiler çıkar. O güreşçi seni hamur gibi yoğururken hiç yalvarma Hacivat gel kurtar beni diye. “
Ben kimseye yalvarmadım sana mı yalvaracağım diyen Karagöz, Hacivat’ın elini yakalar. Hacivat gözlerini kapatır. Karagöz kaldırdığı gibi Hacivat’ı yere vurur. Yaz günü taşlaşmış topraktan bir toz bulutu yükselir. Hacivat’ı yerde hareketsiz gören adamlar, yardıma koşar. Hacivat’ı kucakladıkları gibi yakındaki hekimin evine kuş gibi uçururlar. Hekim , Hacivat’ın göğsünün sol tarafına uzun süre baskı yapar ve sonunda Hacivat kendine gelir. Etrafına bakınır, Karagöz orada yoktur: “ Aman ağalar, Karagöz’e güneşlenelim dedim, güreşelim, dedi. Sonunda beni bu hale getirdi. Bunun gençliğinde bir boğayı kaldırdığını gördüm. Boyu iki buçuk arşındır. ( 1.70 cm. ) Ama bir o kadar da yeraltında vardır. Karşısına çıkacak olanlar bunu iyice düşünsün. “

-----------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SİNEK ÇORBASI
Hacivat: “ Karagözüm, gel bize gidelim, süt içelim. “
Karagöz: “ Süt mü? Ne sütü? “
Hacivat: “ Süt işte, inek sütü. “
Karagöz: “ Git başımdan Hacivat, sinek sütü içilmez. “
Hacivat: “ Sinek sütü demedim, sağır kulaklı, inek sütü dedim. “
Karagöz: “ Sinek sütü içilmez ama çorbası güzel olur. “
Hacivat: “ Çorbası mı? Neyin çorbası? “
Karagöz: “ Sinek çorbası. Dün içtiydin, güzel dediydin. “
Hacivat: “ Ben sinek çorbası falan içmedim. “
Karagöz: “ Dün çorba içerken tabağına sinek düştü. “
Hacivat: “ Eee.. “
Karagöz: “ Sen bir kaşıkta sineği yuttun. “
Hacivat: “ Aman Karagözüm, uyarsaydın, çorbanda sinek var deseydin. “
Karagöz: “ Benim öyle dememe vakit kalmadan sen sineği mideye indirdin. “
Hacivat: “ Sinek şimdi neremdedir? “
Karagöz: “ Dünden beri hiç dışarı çıktın mı? “
Hacivat: “ Çıktım, hem de iki kere. “
Karagöz: “ O zaman sinek sende değildir, gökyüzünde uçuyordur. “
Hacivat: “ Neyse kurtuldum ya şu sinekten. Keyfim yerine geldi. “

---------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: PENCEREDEN BAKSAN NE GÖRÜRSÜN?
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: “ Karagözüm, sana bir soru sorayım da bil. Benim evin penceresinden baksan ne görürsün? “
Karagöz: “ Tencerede ne varsa onu görürüm. Dolma, pilav gibi. “
Hacivat: “ Tencere demedim, pencere dedim. “
Karagöz: “ He öyle söylesene. Sokak görürüm. “
Hacivat: “ Başka. “
Karagöz: “ Ev görürüm. “
Hacivat: “ Başka. “
Karagöz: “ Adamlar, kadınlar görürüm. “
Hacivat: “ Başka, başka. “
Karagöz: “ Gökyüzü, bulut görürüm. “
Hacivat: “ Bilemedin. Keşiş Dağı’nı ( Uludağ ) görürsün. “
Karagöz: “ Hacivat, senin pencereden Keşiş Dağı görünmez ki. “
Hacivat: “ Görünür, görünür. Ben her gün görüyorum. “
Hacivat kafasını sağa çevirip bakar. Üç adam gelmektedir. Biraz sonra adamları çevirip, göz kırpar ve sorar: “ Benim evin penceresinden Keşiş Dağı görünür, öyle değil mi dostlar? “
Adamlar: “ Evet, görünür, derler ve gülerler. “
Hacivat: “ Bak gördün mü, görünüyormuş. “
Karagöz: “ Hayret, ben neden göremedim acaba? “
Bunun üzerine adamlar, kahkahalarla güler. Karagöz alay edildiğini anlar. Ders vermek için, Hacivat’a döner: “ Hacivat, benim de sana bir sorum var. Sen benim evin penceresinden baksan ne görürsün? “
Hacivat: “ Bahçe görürüm, insan görürüm, ev görürüm, “ der ama Karagöz bunu kabul etmez. Karagöz’den kaçan bir Hacivat görürsün der ve Hacivat’ın üstüne atılır. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz, gel buraya, diye bağırarak Hacivat’ı sokaklarda kovalar. Evinin önüne gelen Hacivat kapının açık olmasından yararlanıp eve dalar, bahçeye çıkar. Peşindeki Karagöz’ün nefesini ensesinde hisseder. Son bir hamleyle bahçedeki tuvalete girer ve kapıyı kapatır. Hacivat’ın oturduğunu gören Karagöz, korkak seni, şimdi de alaycı konuşsana der ve evden çıkıp gider.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

KARAGÖZ İLE HACİVAT: İKİ ELİN NESİ VAR
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: Dur Karagözüm, nereye böyle?
Karagöz: Oh, sen miydin Hacivat. Ben de seni arıyordum.
Hacivat: Beni mi arıyordun?
Karagöz: Evet, sizin eve gidiyordum.
Hacivat: Bizim eve mi? Ama bizim ev o tarafta değil ki.
Karagöz: Ya ne tarafta?
Hacivat: Bu tarafta. Ters yöne gidiyorsun.
Karagöz: Ters yöne mi?
Hacivat: Belki de az önce bizim evin önünden geçtin.
Karagöz: O zaman beni neden uyarmadın?
Hacivat: Aman Karagözüm, evde değildim ki.
Karagöz: Bir daha aradığımda evde ol.
Hacivat: Sen de aradığında haber ver. Eve gelirim.
Karagöz: Hacivat, bugün bir atasözü öğrendim.
Hacivat: De bakalım , söyle.
Karagöz: Bir elin nesi var, iki elin takkesi var.
Hacivat: Böyle atasözü olmaz.
Karagöz: Nasıl olmaz, var işte.
Hacivat: Sen bunu kimden duydun, Karagözüm?
Karagöz: Adamın biri söyledi.
Hacivat: Söylemiş ama yanlış söylemiş, sonu yanlış.
Karagöz: Sonu mu yanlış? Bir elin nesi var, iki elin tekkesi var.
Hacivat: Yanlış.
Karagöz: İki elin teknesi var.
Hacivat: Takkesi, tekkesi, teknesi falan yok.
Karagöz: ....
Hacivat iki elini birbirine vurur. ( Hani clap, clap )
Karagöz: Buldum, iki elin alkışı var.
Hacivat: Çok yaklaştın, alkışı ses olarak söyle. İki elin sesi gibi.
Karagöz: Buldum. Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
Hacivat: Hah, şimdi doğru söyledin. Değil mi ya? Doğrusu bu.
Karagöz: Ben onun öyle olduğunu biliyordum. Kafamı karıştırmasan doğrusunu söylerdim.
Hacivat: Kafanı ben mi karıştırdım?
Karagöz: Artık size gitmeme gerek kalmadı. Gitsem de evde bulamazdım. Belki yarın bulurum seni. Haydi, hoşça kal, Hacivat.
Hacivat: Güle güle Karagözüm.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SÜR EŞEĞİ BURSA'YA
Hacivat, Karagöz'ün kapısını çalar. Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: Selam Karagözüm, gel tartışalım.
Karagöz: Taşlaşalım mı? Ne gerek var. Hangi taş büyükse git kafanı ona vur.
Hacivat: Öyle demedim. Tartışma başlatalım yani münakaşa edelim.
Karagöz: Münaşaka ne demek? Cevizli lokum olmasın?
Hacivat: Yok pastırmalı yumurta.
Karagöz: Paspaslı yumurta mı? Yumurta paspasın üstünde mi pişti?
Hacivat: Hayır, laf olsun diye bir şeyler söyle. Fikir yarıştıralım.
Karagöz: Ha öyle söylesene. Geçti İnegöl'ün pazarı sür eşeği Bursa'ya.
Hacivat: Kırk yılda bir laf ettin ama doğrusunu söyleyemedin.
Karagöz: Yanlış laf ettiysem, doğrusunu sen söyle?
Hacivat: Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye.
Karagöz: Sen zor gidersin eşekle Bursa'dan Niğde'ye.
Hacivat: Bursa'dan Niğde'ye neden gideyim?
Karagöz: Demin dedin ya geçti Bursa'nın pazarı sür eşeği Niğde'ye.
Hacivat: Bravo sana, tartışmayı nereden nereye sürükledin.
Karagöz: Öyle olduğu doğrudur. Adım Karagöz. Adamı gözünden anlarım. Değer biçerim.
Hacivat: Bana ne değer biçtin, hemen söyle?
Karagöz: Benim paramla beş para etmezsin.
Hacivat: O zaman dört para ederim. Ama sen benim gözümde hiç para etmezsin.
Seni gidi beni bilmez seni diyen Karagöz Hacivat'ın üstüne hamle yapar. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz peşinden koşar ama yetişemez. Daha sonra Karagöz evine döner.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SAKSI
Hacivat: Karagözüm, senin evde fazla saksı var mı?
Karagöz: Evde sakız var.
Hacivat: Sakız değil, saksı. Çiçek dikecektim.
Karagöz: Saksıya çilek mi dikeceksin?
Hacivat: Saksıya çilek dikilmez.Çilek bahçeye dikilir.
Karagöz: Senin bahçe çilek dolu o zaman.
Hacivat: Yok Karagözüm, ne çileği ne bahçesi?
Karagöz: Çilek kokulu çilek, bahçe armut bahçesi.
Hacivat: Armut da nereden çıktı?
Karagöz: Hamam kesesinden çıktı.
Hacivat: Hamam kesesinden ne çıktı?
Karagöz: Örümcek.
Hacivat: Örümcek mi çıktı?
Karagöz: He ya örümcek.
Hacivat: Örümcek sonra ne oldu?
Karagöz: Kaçtı, yakalayamadım.
Hacivat: Bir daha kaçırma?
Karagöz: Neyi kaçırmayayım?
Hacivat: Keçileri şey yani örümceği.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: EN BÜYÜK KARAGÖZ
Hacivat gelir, kapıyı çalar. Karagöz pencereye çıkar.
Hacivat seslenir: Karagözüm, senin evde çaydanlık var mı?
Karagöz: Gerdanlık hanımın boynunda.
Hacivat: Hanımın boynunda olan nedir?
Karagöz: Gerdanlık. Var mı diye sordun ya.
Hacivat: Gerdanlık demedim, çaydanlık dedim. Anla işte misafir geldim.
Karagöz: Safir gerdanlık mı? Bizimkisi o kadar pahalı değil.
Hacivat: Aç Karagözüm, aç
Hemen kapıyı aç
Çay demle içelim
Sohbet edelim.
Karagöz pencereden Hacivat'ın yanına atlar.
Sus, Hacivatım sus
Hemen şimdi sus
Kavgalıyız hanımla
Anla halimden.
Halden anlayan Hacivat koşar adım oradan uzaklaşır. Karagöz duvardan tırmanır, pencereden eve girer.
Karagöz'ün Hanımı sorar: Kimdi o, Hacivat mıydı?
Karagöz: He ya Hacivat. Gelmiş kafa ütülüyor. Neşesi yerinde. Tuzu kuru tabi.
Hanımı: Onun tuzu kuru da seninki yaş mı?
Karagöz: Aramızda iki yaş fark var. Ben büyüğüm!
Hanımı: Sen herkesten büyüksün. Haydi, gel sofraya. Şu bulguru kaşıkla, daha da büyü.
Karagöz sofraya oturur. Bulgura çala kaşık girişir. Bir tencere bulgur pilavını bitirir. Üstüne yayık ayranı içer. Sonra yatar uyur. Bu güzel hikaye de burada sona erer.

-----------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: ÇAM YARMASI
Ayla ile Bursa Kapalı Çarşı'da Kozahan'a gittik. Çay bahçesine oturduk, çay içiyorduk. Ayla cep telefonumla bir fotoğrafını çekeyim, dedi. Çekti. Bir daha, bir daha çekti. Fotoğrafını Facebook’a koyayım, dedi. Ben, tamam, dedim. Fotoğrafın altına çam yarması ile birlikteyim, diye yaz. Bu sırada Karagöz ile Hacivat yanımıza gelmiş de haberimiz yokmuş.
Karagöz: Çam yarması değil de biber dolması yaz, dedi.
Hacivat: Olur mu Karagözüm, patlıcan musakka yazsın.
Karagöz: En iyisi yaprak sarması yazsın.
Bu müthiş ikili beni dolmalara doldurdular, yapraklara sardılar. Oysa benim çorbam iyi olur, deyince kahkahalarla güldüler. Ayla da onlarla birlikte güldü. Karagöz ile Hacivat gidince Ayla, iyi ki geldiler, bize neşe verdiler, dedi. Bu hikaye de burada bitti.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SATILIK AKIL
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Karagöz: Selam Hacivat.
Hacivat: Selam Karagöz.
Karagöz: Hacivat bana on akçe borç versene.
Hacivat: Aman Karagözüm, on akçeyi ne yapacaksın?
Karagöz: Pazarda adamın biri, kiloyla akıl satıyor.
Hacivat: Akıl para ile satılmaz.
Karagöz: Ya ne ile satılır?
Hacivat: Akıl doğuştandır, sonradan elde edilmez.
Karagöz: Kilosu bir akçe.
Hacivat: Senin aklın var ya Karagözüm.
Karagöz: Var ama yetmiyor. Daha akıllı olmak istiyorum.
Hacivat: Alıp da faydasını gören var mıymış?
Karagöz: Köylü tarlada ırgatmış. Akıl almış, okumuş, kadı olmuş.
Hacivat: Başka.
Karagöz: Adamın oğlu akılsızmış. Oğluna akıl almış. Şimdi çalışıyormuş, yakında evlenecekmiş.
Hacivat: Vay canına! Doğru mu bütün bunlar?
Karagöz: Doğru. Komşularıyla konuştum.
Hacivat: Olay gerçek ha.
Karagöz: Yürü Hacivat, bitmeden şu akıldan alalım.
Hacivat: Bana bir kilo al, kendine de bir kilo al.
Karagöz: Yetmez, bana bir kilo yetmez. On kilo alacağım.
Hacivat: On kilo mu? Sen o kadar akılla aya gidersin.
Karagöz: Aya da giderim, güneşe de giderim. Yeter ki daha akıllı olayım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HARAMİ
Hacivat pencereye çıkar ve karşı mahalledeki evinin bahçesinde bulunan Karagöz'ün üstüne atlar. İkisi birlikte yere yuvarlanır. Aralarında boğuşma başlar. Daha sonra Hacivat ayağa kalkar. Karagöz yerdedir ve gözleri kapalı durumdadır. Buna karşın, sağa sola yumruklar, tekmeler savurmaktadır. Hacivat, Karagöz'ün omzuna, koluna dokunarak uyarmak ister ama durmadan bağırıp çağıran Karagöz'dür.
-- Beş değil on olsanız hakkınızdan gelirim. Haramiler sizi. Adama evinin bahçesinde bile rahat yok.
Hacivat: Karagözüm, ben geldim. Eski dostun Hacivat'ı nasıl tanımazsın?
Karagöz: De git harami başı! Elleme kolumu, bacağımı.
Hacivat: Karagöz, Karagöz kapkaragöz
Sen dediğimi yap Karagöz
Tekme, yumruk atma Karagöz
Aç gözünü bak Karagöz.
Hacivat'ın sesini duyan Karagöz önce sol sonra sağ gözünü açar. Hacivat'tan başka kimseyi göremez. Ayağa kalkar. Sen de kimsin böyle, diye sorar.
Bunun üzerine Hacivat: Aman Karagözüm, beni nasıl tanımazsın? Hacivat adını nasıl unutursun?
Karagöz: Hacivat mı? Hacivat adında bir arkadaşım yok benim.
Hacivat: Ama benim Karagöz adında bir arkadaşım var.
Karagöz: Olmaz olsun senin gibi arkadaş der, yerdeki kazmayı alır ve Hacivat'ın üstüne yürür. Uzun süre kovalar. Sonunda Hacivat bahçe duvarından atlayıp kaçar. Altı ay Karagöz'ün adını anmaz.

-----------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KAPLAN VE ASLAN
Karagöz ile Hacivat hayvanat bahçesinden birer kaplanla aslan yavrusu satın alırlar. Evlerinin bahçesine yaptıkları demir kafeste besleyip büyütürler. İki yıl sonra Karagöz kaplanını, Hacivat aslanını kapıştırır. Kaplanla aslan, alt alta, üst üste mücadeleye başlar.
Hacivat: Aslanım, o kaplanı parçala, ez, diye bağırır.
Bunun üzerine Karagöz: Haydi, güçlü kaplanım, bir vur, bir de yer vursun, diye bağırır.
Hacivat: Sen ne diyorsun Karagözüm, yer senin kaplanı vurdu. Bak sırtı yerden kalkmıyor.
Vay, sen bana bunu nasıl dersin, diyen Karagöz, Hacivat'ın üstüne atılır, boğuşmaya başlarlar. Onların boğuştuğunu gören kaplanla aslan kavga etmeyi bırakıp Karagöz ile Hacivat'ı ayırır.
Kaplan, Karagöz'e: Olur mu ağam, neden kavga edersiniz? Bizi birbirimize düşürdünüz iyi de siz niye vuruşursunuz?
Karagöz: Hacivat, bak duydun mu? İlk sen başlattın.
Hacivat: Hayır, Karagözüm. Ben aslanımı gayrete getirmeye çalıştım. İlk sen saldırdın.
Aslan, Hacivat'a: Olmaz ki beyim, siz kavga etmeyin. Sadece bizi seyredin.
Hacivat: Bizim kavga etmeye hakkımız yok mu?
Aslan: Var tabi ama siz sahiden vuruyorsunuz.
Hacivat: Biz sahiden vuruyoruz da siz şakacıktan mı vurdunuz?
Aslan: Tabi şakacıktan. İlk kapışınca konuştuk, danışıklı dövüştük. Pençemizi hızlı kaldırıp en yavaşımızla vurduk.
Aslanın sözleri üzerine Karagöz kaplana döner. Kaplanım, ne diyor bu? Doğru mu bütün bunlar?
Kaplan: Aslanın dediği her bir şey doğrudur. Pençe sert inerse kafada oluşan şey ağrıdır.
Karagöz: Bravo lan kaplan, sonunda galip geldin ya. Ben seni iki yıl şu Hacivat'ın aslanını yen diye tavuk suyu çorbalarla besledim.
Hacivat: Nee? Tavuk suyu çorba mı? Ama kaplan et yer. Tavuk eti de yer ama tavuk suyu çorba ne alaka?
Karagöz: İşin sırrı burada. Herkesin aklı ermez. Sanki sen neyle besledin şu aslanı?
Hacivat: Etle ve sütle. Eti kasaptan, sütü mandıradan özel getirdim. Sonuçta, benim aslan senin kaplanı çarptı, geçti.
Yalan söylersen ben seni çarparım, diyen Karagöz yine Hacivat'ın üstüne atılır. Tekmeler, yumruklar havada uçuşur. İkisi birlikte yere yuvarlanır. Bir süre sonra yorulan ve dövüşmeyi bırakan Karagöz ile Hacivat'ı kaplan ile aslan kucakladıkları gibi evlerine götürür.
Karagöz'ün Hanımı: Ne oldu buna? Attan mı düştü, diye sorunca kaplan, Hacivat'ı dövdü, der.
Karagöz'ün Hanımı: Pek dövdüye benzemiyor ya neyse. Yatır şu yatağa uyusun, der. Kaplan, Karagöz'ü yatağa yatırır ve bahçeye çıkar. Derin bir nefes alır. İki yıldır şu bahçedeyim, böyle değişik bir gün yaşamadım, diye düşünür. Bugün sakin geçen günlerimin değerini daha iyi anladım.
Diğer tarafta Hacivat'ın Hanımı: Aslan, kim o? Hacivat mı? diye sorar.
Aslan: Evet Hacivat, Karagöz'ü yerlerde sürükledi.
Hacivat'ın Hanımı: Bu mu Karagöz'ü sürükledi? Üstü toz, toprak içinde. Tanıyamadım, der. Götür odasına yatır.
Hacivat'ı odanın ortasında yere yatıran aslan bahçeye çıkar. Yandık ki hem ne yandık. Kavgadan gürültüden hoşlanmıyorum. Bu Hacivat Karagöz'le kanlı bıçaklı olmuş. Her gün kavga etmeden duramazmış. Beni de kendi gibi kavgacı yapacak. Kaplan ile beni her gün dövüştürürse yandım ki hem ne yandım.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: AKREP
Hacivat: “ Selam Karagözüm, bana bir akçe borç verebilir misin? “
Karagöz: “ Hı.. “
Hacivat: “ Bana bir akçe borç verebilir misin, dedim. “
Karagöz: “ Nerde bende bir akçe? O kadar param olsa burada işim ne? “
Hacivat: “ Aman Karagözüm, hayatımda ilk defa birinden borç istedim. “
Karagöz: “ Kimden borç istersen iste. “
Hacivat: “ Senden istedim. Bir akçe. “
Karagöz: “ Bende akçe falan yok. “
Hacivat: “ Yarım akçe. ”
Karagöz: “ Yok. ”
Hacivat: “ On kuruş da mı yok? “
Karagöz: “ Kuruş yok. “
Hacivat: “ Vardır, ceplerini karıştır, vardır. “
Karagöz: “ Al karıştırayım. Of anam, elimi bir şey soktu. Akrep? “
Hacivat: “ Akrep mi? Yere at, üstüne bas. ”
Karagöz: “ Attım ve bastım. Parmağım yanıyor, Hacivat. “
Hacivat: “ Parmağını sık, zehir çıksın. ”
Karagöz: “ Of of.. “
Hacivat: “ Tamam zehir çıktı. Korkma Karagözüm, bir şey olmaz. Zaten akrep küçüktü. “
Karagöz: “ Akrep küçük ama acısı büyük. Tabi akrep seni sokmadı. “
Hacivat: “ Senin cebinde akrebin işi ne? “
Karagöz: “ Bilmem. Git akrebe sor. “
Hacivat: “ Cimri olanın cebinde akrep olur derler. “
Karagöz: “ Sen şimdi bana cimri mi diyorsun? “
Hacivat: “ Yok, lafın gelişi öyle söyledim. “
Karagöz: “ De git Hacivat, tepemin tasını attırma şimdi. “
Karagöz'ü daha fazla kızdırmak istemeyen Hacivat koşar adım oradan uzaklaşır. “

---------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SAKALLI BEBEK
Karagöz: Hacivat, biliyor musun, Yaşar bana bugün bebek dedi.
Hacivat: Yaşar kime bebek dedi.
Karagöz: Bana dedi, bebek dedi.
Hacivat: Yaşar şimdi kaç yaşında?
Karagöz: Benim oğlan üç yaşında.
Hacivat: O yaşta bir çocuk herkesi bebek görebilir.
Karagöz: Ama aynaya baktım. Çok gencim. Yüzüm tertemiz. Aynen bir bebek.
Hacivat: Tabi canım, sakallı bebek.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ'ÜN YAZDIĞI ŞİİR
Dünyaya geldim almaya nefes
Yaptırdım ben bir güvercin kafes

Komşular gördü olur dediler
Şu Karagöz ne de cin dediler.

İki güvercin aldım pazardan
Bakmaya başladım heyecandan

Köse geldi bana olmaz dedi
Böyle güvercin bakılmaz dedi.

Güvercinleri korumak gerek
Kafese bir kedi koymak gerek

Dediğini yaptım ben kösenin
Kedi koydum içine kafesin.

Sabaha baktım kafes tüy dolu
Nedir bu kafesin böyle hali.

Dedim kedi, nerede güvercinler
Dedi kedi, onları yedim ben.

Dedim alacağın olsun, köse
Şimdi beni güldürdün herkese.

Yakaladım köseyi pazarda
Kapadım kediyle bir odada.

Dedim kedi, ye sen bu köseyi
Dedi kedi, yenmiş bil köseyi.

Kapıyı kilitleyip gittim ben de
Çok keyifliyim, neşem yerinde.

Üç gün sonunda kapıyı açtım
Odada köseyle karşılaştım.

Kedi ortada yok köse yemiş.
Dostlarım, ben bu işe çok şaştım.

-------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HAMAMA GİREN TERLER
Karagöz: Dün salı hamamına gittim. Çok soğuktu. Üşüdüm.
Hacivat: Olur mu Karagözüm, hamamda üşünmez. Hamama giren terler, derler.
Karagöz: Ama ben hamama gittim. Üşüdüm.
Hacivat: O zaman hamamcı külhanı yakmamış.
Karagöz: Külhan hamamı yakmamış mı? Keşke yaksaydı da hamam kül olsaydı.
Hacivat: Öyle demedim Karagözüm, hamamcılar külhanı yakar. Odun ateşinde hamam ısınır. Kirin kabarınca kese olursun.
Karagöz: Kirim kabarmadı. Çeşmelerden akan su soğuktu.
Hacivat: Ben o hamamı bilirim. Galiba sen erken gittin. Külhandaki ateş harlamamıştır.
Karagöz: Külhan ateşi yakmış, hamam kül olmuş. Demek ben çıktıktan sonra hamam yandı.
Hacivat: Hamam falan yanmadı. Uyduruyorsun Karagözüm.
Karagöz: O zaman hamam külhanı yakmış.
Hacivat: Yanma yok. Hepsi yalan, uydurma. İnsanları kandırıyorlar.
Karagöz: Beni kimse kandıramaz. Hamam yanmış mı? Külleri savrulmuş mu?
( Hacivat konu kapansın diye mecburen he der. )
Hacivat: He yanmış, külleri savrulmuş.
Karagöz: Savrulmuş külleri, ötmez bülbülleri.
Hacivat: ....
Karagöz: Hamamın külleri, öttü bülbülleri.
Hacivat: ....
Karagöz: Hamamın bülbülleri, öttü külleri.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

HİKAYE YAZARI ÖMER SEYFETTİN İLE SERDAR YILDIRIM
Tarih 4-Ağustos-2023 Bursa'da bir kitap mağazasında çok değerli yazarlarımızdan Ömer Seyfettin ile beraberim: " Sayın Ömer Seyfettin, bakın burası üç katlı bir kitap satış mağazası. İçinde binlerce kitap var.
Ömer Seyfettin: " Ya Serdar, beni buraya neden getirdin? Ben 1920 yılını hatırlıyorum. O zamanlar 36 yaşındaydım. İstanbul'da bir lisede öğretmenlik yapıyordum. "
" Evet doğru, bunları ben de biliyorum ama sizin bilmediğiniz bir şey var. 1920 dediniz. O zamandan şimdiki zamana 103 yıl geçti. 103 yıl sonra siz neredesiniz, hikayeleriniz nerede? "
" Ben o hikayeleri yazdım, durdum. Bir İstanbul gazetesinde bunlar her gün tefrika halinde yayınlanırdı. Biliyor musun Serdar, yurdumuzu düşmanlar istila ettiğinde ben subaydım. Çanakkale taraflarında askeri ciple gidiyorduk. Gökyüzünde bir yazı belirdi. Fethun karib. ( Çanakkale’ye cephesini ziyarete giden heyeti edebiye içerisinde bulunan Ömer Seyfettin, yolda karşılaştıkları fevkalade bir hadiseyi Müjde adını verdiği hikayesinde anlatmıştır. Gün ağardığında heyet gökyüzünde ince bir duman ile “fethun karib” yazdığını müşahede etmiştir. Fethun karib, yakın bir fetih anlamındadır. ) 1915 yılı başlarıydı. Ne oldu? Neler oldu? Yolda gelirken ben Türküm dedin. Türkiye Cumhuriyeti dedin. Türkiye Cumhuriyeti'ne bravo da Osmanlı ne oldu? Bırak Osmanlı İmparatorluğu'nu Anadolu ne oldu? "

" Mustafa Kemal 19-Mayıs-1919 tarihinde Samsun'a çıktı. "
" Bunu biliyorum. "
" Türk Ordusu ve Mustafa Kemal bir buçuk yıl Sakarya Irmağı doğusunda konuşlandı. Mustafa Kemal onlara savaş öğretti. Türk Ordusu Mustafa Kemal önderliğinde ileri atıldığında yunan askerleri şehirleri, köyleri yakarak kaçtı. Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Tarihe ismini altın harflerle yazdırdı. "
" Mustafa Kemal adını daha önce defalarca duymuştum. Cumhuriyet yıllarına ömrüm vefa etmedi. Şu an çok sevinçliyim ve çok mutluyum. "
" Mustafa Kemal kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. 10-Kasım-1938 'e kadar 15 yıl bu görevini devam ettirdi. 24 Kasım 1934 yılında Atatürk soyadını aldı. Artık O Mustafa Kemal Atatürk'tü. "
" Serdar, Atatürk hakkında kitaplar var mı burada? "
" Evet var. "

Atatürk kitapları reyonuna gittik ve Ömer Seyfettin'e kitaplarda yazılanları okudum. Her iki dakikada bir Ömer Seyfettin tarafından, Atatürk ayakta alkışlandı. Daha sonra birlikte Ömer Seyfettin kitapları reyonuna yöneldik. İki elime birer kitap aldım. Bakın, dedim, bu kitapta Kaşağı hikayeniz var. Bu kitapta da Kütük hikayeniz bulunuyor.
Ömer Seyfettin: " Vay benim canlarım, ciğerlerim. Aradan 103 yıl geçmiş ve hikayelerim unutulmamış. Bir yazar aradan 50 yıl geçmiş ve hatırlanıyorsa unutulmamış demektir. Artık o yazar olmuştur. Ey Serdar Yıldırım, ben artık yazar oldum mu? "
" Evet oldunuz, hem de çok değerli, unutulmaz bir yazar oldunuz. "
" Yaşasın, ben şimdi çok mutluyum. "
Ömer Seyfettin tansiyon ve şeker hastasıydı. Atina'da 10 ay esir kaldı. İstanbul'a geldikten sonra tansiyon ilaçları kullanmaya başladı ama şeker ilacı yoktu. 6 Mart 1920 yılında aramızdan ayrıldıktan 2 yıl sonra şeker ilacı icat edildi. Şu şeker ilacını 4-5 yıl önce icat etseydiniz olmaz mıydı? Ömer Seyfettin size nice yeni hikayeler armağan ederdi.

SON

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
KAPLAN
Selanik'teki evde Atatürk'ün abileri Ahmet ile Ömer konuşuyordu.
Ömer: Hayvanat bahçesinde kaplanların olduğu bölüme bir adam düşmüş. Kaplanlar, onu yemiş. Neden ama? Neden bir kaplan insanı yer?
Ahmet: Bunu ben de çözemedim. Kaplan insanların tutsağı ama insanı yiyor. Diğer insanların intikam alabileceğini düşünemiyor. Olayı ben de duydum. İnsanlar, o kaplanı vurmuş. Herhalde kaplan bir geyiği veya insanı yiyecek olarak görüyor. İnsan bir dereceye kadar akıllı bir yaratık. Kaplanda bu yok. Kaplanda akıl olsa tutsak olmazdı.

-----------------------------------------------------------

YALNIZ KURT
Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım'ın oğulları Ahmet ile Ömer çağdaş fikir ve düşünceyle donanmıştı. Önemli olan, karanlıktan kurtulup aydınlık yarınlara ulaşmaktı. Ben diyebilmekti. İnsan büyük, yüce, görkemli bir varlıktı. İnsan şansını kendi yaratır ve yarattığı dünyanın ilk hayranı olurdu. Şans bazen gelir, bazen giderdi. Önemli olan, şansını kendin için, kullanmaktı. Sen yeterli çabayı göstermez hayatın içine balıklama dalarsan , o bir bilinmez seni hayatın içinden çeker, alır, gökyüzüne savururdu. Doksan değil, yüz doksan yıl yaşasan sen sen olamazdın.
Ahmet ile Ömer, çocukların bu dünyadaki maceralarını yaşamadan erkenden dünyadan ayrılışlarının nedenini araştırmak üzere arkadaşlarına bir öneri sunmak düşüncesinde birleşerek evlerine girdiler.

---------------------------------------------------------

AÇ KALAN ÇOK İNSAN VAR
Mustafa beş yaşındaydı. Annesi ile birlikte bakkala alışveriş için gitmişti. Evlerine yakın köşe bakkal vardı ama herkes oraya gitmezdi çünkü beşe aldığı malı ona satardı. Selanik'te bulunan iki bankanın ikisinde de hesabı vardı. Selanik'in en zenginiydi. Birkaç adım fazla yürürdün ve aynı malı dededen sekize alırdın. Sonunda Mustafa ile annesi dedenin bakkal dükkanına varıp içeri girdi. Dedenin bakkal dükkanı dört adıma dört adım bir yerdi. Sağlı sollu duvarda birkaç tahta raf vardı. Köşede peynir ve yoğurt bulunurdu ve onlar teneke içindeydi. Ekmek dolabı vardı ve oradan istediğin ekmeği seçip alabilirdin.
Zübeyde Hanım dededen bir kilo yeşil mercimek ve bir kilo nohut aldı. Ayrıca iki ekmek aldı. Parasını ödeyip Mustafa ile birlikte eve doğru yöneldi. Akşam yemeği olarak yeşil mercimek vardı. Yarında nohut. Bunlar Ali Rıza Bey'in en sevdiği yemeklerdi. İkişer tabak yemeden doydum demezdi. Darısı aç kalan insanların başınaydı. Aç kalan, açım diyen o kadar çok insan vardı ki.

-----------------------------------------------------------

AHMET'İN YAŞ GÜNÜ
Zübeyde Hanım erkenden kalkmış, yemekler yapmış ve yaş günü için, hazırlanmıştı. Bugün Ahmet'in 9'uncu yaş günüydü. Önce Ahmet uyandı: Anne, bugün benim yaş günüm. Benim için, pasta hazırlamışsın. Çok makbule geçti, dedi.
Zübeyde Hanım: Aman oğlum, ne demek? Sen yüz yıl yaşa. Ben sana her yaş ününde pasta hazırlarım, dedi.
Aradan zaman geçtikçe önce Ömer sonra Mustafa uyandı.
Ömer: Anne, bugün abim Ahmet'in yaş günü. İyi güzel de benim yaş günüm ne zaman olacak?
Zübeyde Hanım: Oğlum, senin yaş gününü kutladık ya? İki ay olmadı. Yıl dönsün, seneye dokuzuncu yaş gününü kutlarız, dedi.
O sırada Mustafa yanlarına geldi: Anne, benim yaş günüm ne zaman? diye sordu.
Zübeyde Hanım: Mustafa, senin yaş gününe zaman var. Hele ay bir dönsün. Yaş gününe kırk gün kaldı. ( İki ) yaşına basacaksın.
Ali Rıza Bey gümrük memuruydu. Selanik dışındaydı. Zübeyde Hanım üç oğluyla o gün neşeli vakit geçirdi. Güldü, eğlendi. Geleceğe umutla baktı. Oğullarıyla nice yaş günlerine ulaşmak dileğini tekrarladı.

---------------------------------------------------------

MAKBULE İLE NACİYE
Atatürk'ün kızkardeşleri Makbule ile Naciye Selanik sokaklarında geziyordu. Naciye söze şöyle bir giriş yaptı: Abla, ben bu Selanik'i çok seviyorum. İnsanları sevecen, hoşgörülü. Kimse kimseye höt demiyor, git demiyor.Yarım saattir sahilde geziyoruz, bize yan bakana rastlamadım. Demek ki, Türk'ü, bulgarı, rumu, ermenisi bir arada sorunsuz bir şekilde yaşayabiliyor. Kovsalar gitmem şu Selanik'ten.
Bunun üzerine Makbule: Çeşitli milletlerden insanlar rahatlıkla bir arada yaşar. Dinleri değişik olduğu için, aralarında husumet oluşuyor. Birbirlerinin inancına saygı gösterseler savaşlar olmaz. Dünya tarihindeki savaşların yüzde doksanı din yüzünden olanlardır.
Naciye: Ablam, bu neden böyle oluyor? Büyük çoğunluğu tek bir yüce yaratıcıya inanıyor.
Makbule: Onun orası öyle de peygamberleri farklı. Sonra gelen bir öncekinin gelişmişi oluyor. İnsanlar bunu fark edemiyor. Anne hangi dine mensupsa çocuk da o dinin taşıyıcısı oluyor. İstese de istemese de bağımlı kalıyor.
Naciye: İnsan her neye inanıyorsa bir başkasının inancına saygı göstermeli. O zaman devletler din üstüne bir yönetim biçimi kurmamalı. Devlet yönetiminde dinin yeri olmamalı. Din gönüllerde yaşamalı. Ben bu sonuca ulaştım.
Makbule: Tastamam, benim de anlatmak istediğim buydu.

---------------------------------------------------------

BİZ DE BALIK OLURUZ
Yıl 1867. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım henüz on yaşındaydı. Babası Feyzullah Ağa ve annesi Ayşe Hanım ile birlikte Selanik'te deniz kıyısına balık avlamak için, gitti. Babası iki palamut veya bir kilo istavrit avlayıp öğle yemeğini kurtarma derdindeydi. Oltanın ucuna yem takmayı unuttuğu için, oltanın iğnesini gören balıklar açık denize kaçıyordu.
Bu arada Zübeyde anne ve babasını soru yağmuruna tutuyordu: Anne, biz niye balık tutuyoruz? Balıklarında canı var. Neden onların yaşama sevincini engellemek istiyoruz? Bugün hiç balık yakalamasak aç kalmayız. Tutmak istediğiniz balıklar yaşamlarına devam eder. Onları hayattan söküp almak bize ne fayda sağlar? Balıklar şanslı olsun ve biz eve eli boş dönelim, ne dersin?
Annesi: Kızım, ben sana ne diyeyim? Söylediklerini baban da duyuyor. Herhalde bir süre sonra sana geri dönüşümü olacaktır.
Akşamüstü hava kararmaya başladığında Feyzullah Ağa oltasını sudan çıkardı. Bakın gördünüz mü, balıklar yemi yemişler ama oltaya yakalanmamışlar. Bugün balık yakalayamadık. Bir balık olsam ve denizde yaşasam diye bir düşünce aklımdan geçmiyor değil.
Bunun üzerine Ayşe Hanım: Aman bey, o nasıl söz? Sen balık olur gidersen biz ne yaparız? dedi.
Zübeyde, annesine döndü: Anne, biz de balık oluruz, babamın peşine takılırız. Ege Denizi ile yetinmeyiz, Akdeniz'e bile çıkarız, deyince annesi ve babası kahkahayla güldü.

--------------------------------------------------------------------

ÇOCUKLARI ÇOK SEVEN MASALCI
Saat sabahın sekiziydi. 4 yaşındaki Fatma uyandı. Odasında çıktı. Annesi mutfaktaydı. Onun yanına gitti. Anne, bana bir masal anlatır mısın? dedi. Annesi Zübeyde Hanım: Aman kızım, sabah sabah bu ne masalı? Masallar genellikle akşam vakitleri anlatılır. Anneler ve babalar, çocuklara uyku masalı anlatır. Çocuklar, bir an önce uyusun diye.
Fatma: Anne, tam uyanamadım. Beni uyandıracak, güne hazırlayacak bir masal biliyorsundur.
Bunun üzerine annesi, Fatma'ya şu masalı anlattı: Zamanın birinde bir adam varmış. Çocukları pek severmiş. Onlara kalem, silgi, defter, kitap satarmış. Çocuklar için, masal yazarmış. Kitap bastırmış. Bu kitapları bedavaya çocuklara dağıtmış. Çocuklar, bu masalcı adamın etrafında bir sevgi yumağı meydana getirmiş.
Oralarda bir okul varmış. Bu okulun müdürü öğrencilerin bu dükkandan alışverişini yasaklamış. Çocuklar, kendilerini çok seven masalcıyı terk etmemiş, az bir karla sattığı okul malzemelerini almaya devam etmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Masalcı vergileri ve dükkan kirasını ödeyemeyecek duruma gelmiş. Son günlerinde kalan defterleri ve kalemleri çocuklara bedava dağıtmış. Dükkanı kapatmış.
Sonraları masalcı yıkılmamış. Her yeni güne yeni bir umutla başlamış. Çocuklar için, yüzlerce masal yazmış. Ama artık parası yokmuş. Kitap bastıramıyormuş. Masalımız da burada bitmiş.
Fatma: Çok değişik ve güzel bir masal. Sonradan bu masalcı ne olmuş?
Zübeyde Hanım: Masalcı değişik ve güzel masallar yazıyor ve bunları çocuklara armağan ediyormuş.
O gün Fatma çok neşeliydi. Annesiyle şakalaştı durdu, güldü, eğlendi. Masalcıyı düşündü. Bir gün şu masalcıyla karşılaşabilir miydi? Onun orası belli olmazdı. O günü düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

------------------------------------------------------------

ATTİLA VE HONORİA
Atatürk'ün abileri Ahmet ile Ömer, Selanik'te evlerinin yakınındaki hükümet binasının arkasındaki bahçede arkadaşlarıyla toplanmıştı. Böyle günlerde yeni bir oyun oynamayı adet edinmişlerdi. Ahmet'ten bir yaş büyük İsmail ile Rafet neyin ne olacağına, hangi oyunun oynanacağına karar verendiler. Biri bir konu ortaya atsa öteki arka çıkar, destekçisi olurdu.
Yirmiyi aşkın çocuk sağa sola bakınırken, İsmail orta yere çıktı ve Ahmet, sen Büyük Türk Hükümdarı Attila ol. Tahtın burası gel buraya otur, dedi. Ahmet şaşırmıştı. Hiç bozuntuya vermedi ve İsmail'in gösterdiği ağaç kütüğüne oturdu. Ama dimdik oturdu. Bir Türk hakanı gibi, Attila gibi. Seyirci Selanik çocukları bir adım geriledi. Kumanda şimdi Ahmet'in elindeydi, bakalım Ahmet nasıl bir yönetim gösterecekti?
İsmail geldi, elini göğsüne koydu ve Ahmet'in dört adım karşısında diz çöktü. Tahta kılıcı belindeydi. Başıyla selam verdi ve şöyle dedi: Batı Roma İmparatoru'nun kız kardeşi Honoria evlilik teklifinizi kabul etmişti fakat imparator, onu gizlice İstanbul'a göndermiş ve sarayda göz hapsinde tutuyormuş. Bunun nedenini araştırmak ve Honoria'nın size göndermek istediği nişan yüzüğünü almak için, İstanbul'a gitmek istiyorum.
Bunun üzerine Ahmet: İsmail, İstanbul'a git, olayı araştır. İmparator neden böyle bir şey yapmış? Honoria'yı bul, nişan yüzüğünü al ve gel. Rafet sen de İsmail ile git. Birlikte daha kolay başarıya ulaşırsınız.
Ahmet'in doğaçlama olarak söylediği bu sözler, çocukların kanını dondurmuştu. Dimdik durmayanlar ise, dimdik durmuştu.
İsmail: Olayı araştıracağız ve prensesten nişan yüzüğünü alıp en kısa zamanda döneceğiz hakanım, dedi ve selam verip Rafet ile birlikte hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Daha sonra İsmail ile Rafet gelip verilen görevin başarıldığını söylediler. Temsili nişan yüzüğünü verdiler. Attila ile Honoria, şimdilik nişanlanmıştı. Pek yakında evlenirlerdi.
Ahmet eve gidince olanları annesine anlattı. Annesi Zübeyde Hanım: Ben sana bravo diyorum da başka bir şey demiyorum. İnanıyorum yazıcılar bunları kaleme alır ve gelecek nesillere ulaştırır. Böylelikle Türk'ün gücü daha iyi anlaşılır.

SON

---------------------------------------------------------

KARINCALAR
Evlerinin bahçesinde gezip eğlenen Ahmet ile Ömer arasında bir tartışma çıktı. Anneleri şimdiye kadar pek çok hikaye anlatmıştı. Ömer, annem, karıncalar hakkında bir hikaye bilmiyordur, dedi.
Bunun üzerine Ahmet: Üstüne bastın kaldır ayağını. Annem, şimdiye kadar tilkidir, kuştur, kartaldır dedik hep hikaye anlatmadı mı? Gel gidelim, anne diyelim, karıncalar hakkında hikaye anlatır mısın? Eğer anlatamazsa ben de ne olayım?
Ömer'in tamam demesi üzerine annelerine gittiler. Anne, karıncalar hakkında hikaye biliyor musun? Biliyorsan anlat. Biz iki çocuk dört kulak seni ilgiyle dinleriz.
Zübeyde Hanım: Aman, çocuklarım! Çok hırslanmışsınız. Şu sandalyelere oturun da size karıncalar hakkında bir hikaye anlatayım.
Ahmet ile Ömer sandalyelere oturunca ayakta duran Zübeyde Hanım ellerini beline dayayıp karıncalar hakkında hikaye anlatmaya başladı: İnsanoğlu dünyada var olmazdan önce karıncalar vardı. Sevecen, hoşgörülü, iyi niyetli yaratıklardı. Kralları, kraliçeleri vardı. Sen ben kavgası yoktu. Kral, kraliçe olduk diye kendilerine saray yaptırmazdı. Halkın parasını ihtiyaçları için, kullanmazdı. Bunların yanında koruması yoktu. Halkın refah ve mutluluğu için, çalışacaksa kimden, neden korkacaktı? Neden saray yaptıracaktı? Sarayın etrafına neden kalın duvarlar çektirecekti? Saray içinde ve dışında neden yüzlerce koruma olacaktı?

Zübeyde Hanım anlatması bitince cebinden mendilini çıkarıp alnında birikmiş terleri sildi. Bir süre sessiz kaldı. Daha anlatacakları vardı da anlatmasa daha iyiydi. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. Çocuklar, hikaye burada bitti, dedi. Ahmet ile Ömer, annelerine teşekkür ettikten sonra sokağa çıktı.
Ahmet: Ömer istersen arkadaşları bulup oyun oynayalım. Bu oyunda, ben bir ülkenin padişahı olacağım, sen de başka bir ülkenin kralı olursun. Kesinlikle sarayımız olmayacak, normal bir evimiz olsa yeter. Savaşmayacağız, barış içinde yaşayacağız, dedi.

----------------------------------------------------------

BÜYÜK İSKENDER DE SAKALINI KESTİRİRDİ
Ali Rıza Bey işten döndü. Elini, yüzünü yıkayıp salona geçti. Oğulları Ahmet, Ömer ve Mustafa salona geçip babalarının karşısına oturdu. Oğullarının çevreden ve arkadaşlarından duyduklarına Ali Rıza Bey prim vermiyordu. Bu böyle olmuş, şu şöyle olmuş, tamam da bakalım bunlar doğru mu? Araştırmak lazım. Her söylenene inanmamak gerekir.
Bunun üzerine Ahmet: Baba, bildiğin gibi Osmanlı Ordusu genelde yarısı sakallı, yarısı sakalsız savaşa gidiyor. Arkadaşlar diyorlar, ordunun hepsi sakallı olsa kaybedilen savaşları kazanırdık.
Ali Rıza Bey: Bak oğlum, savaş güç, cesaret ve atılganlık ister. Sakal, adama bir şey kazandırmaz. Büyük İskender de sakalını kestirirdi. İskender, düşmanlar savaşta rakiplerini sakalından yakaladığı için, askerlerin de sakalsız olmasını isterdi. Yunanlılar ve daha sonra Romalılar, Mısır'ı işgal ettiklerinde rahip ve askerlerin saç ve sakallarını traş etmesinden etkilendiler. Yunanlı ve Romalılar da zamanla sakallarını kesmeye başladı.
Bunun üzerine Ömer: Baba yıl 1883. Senin söylediğine göre, ordumuz bu zamandan sonra yapacağı savaşlara sakalsız gitse zafer garanti midir?
Ali Rıza Bey: Bak Ömer, zafer garanti diye bir şey yok. Senin çaban ve kudretin savaşın sonucunu belirler. Daha önceden savaşın sonucu böyledir diye bir durum yok.
Ahmet: Baba, kafa saatinde zamanı ayarlayamadım. Bir örnek vermek istiyorum. Mustafa şu anda iki yaşında. Sence Mustafa'nın yaşayacağı hayat belirsiz mi?
Ali Rıza Bey: Belki de biz Mustafa'nın geleceği hakkında fikir yürütebiliriz. Sizden de çok başarı bekliyorum ama Mustafa'dan da çok başarı bekliyorum. Benim Mustafam büyük adam olacak. Daha önce yüz defa söyledim. Tarihe adını altın harflerle yazdıracak.
Bu sırada salonun kapısı açıldı ve Zübeyde Hanım içeri girdi: Haydi bakalım, nohut pişti tabağa düştü. Sona kalan dona kalır.
Savaşın galip geleni ve yenileni yoktu. Savaş berabere bitti. Önümüzdeki günlerde bu savaşın rövanşı olur muydu bilinmezdi. Şimdi bu savaşçılar kurt gibi acıkmıştı. Nohut yiyerek midesel açlıklarını giderecekleri gibi, konu üzerinde iz sürerek beyinsel açlıklarını gidereceklerdi.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
BÜYÜK KURTARICI
Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule ile Naciye tartışıyordu.
Naciye: Abla, son günlerde annem ve babamın konuşmalarından şu sonuca ulaştım: Osmanlı kötüye gidiyor ve önlem alınmazsa sonumuz bir felaket.
Bunun üzerine Makbule: Doğrudur. Bir kötü gidişat var ama önlem alınmıyor. Saray yabancı kadınlarla doluymuş. Padişahın annesi yabancıymış. Annemiz Zübeyde Hanım bir Türk. Biz de Türküz diyoruz. Annemiz fransız veya rus olsaydı, biz de fransız ve rus olurduk. Fransa'ya ve Rusya'ya hizmet ederdik. Türkleri kendimize düşman bilirdik.
Naciye: Abla, sen bunları biliyorsun. Sadrazam ve vezirler de biliyor. Önlem alsalar ya.
Makbule: Naciye, biliyorsun, ben Osmanlı tarihini araştırdım. Belli bir dönemden sonra kaç tane Türk sadrazam ve vezir adı söyleyebilirsin?
Naciye: Çoğu başka milletlerden, aralarında Türk yok gibi.
Makbule: Bunlardan Osmanlı Devleti yıkılmasın demesini bekleyemezsin.

---------------------------------------------------------------------

BEN BEBEK MİYDİM?
Yıl 1872. Evde oturmaktan canı sıkılan Fatma'yı annesi Selanik sokaklarında gezmeye çıkardı. Sokaklar bomboştu, Arada bir tek tük adamlar geçiyordu. Bu Selanik'te kadın yok muydu? Çocuklar evet çocuklar hani neredeydi? Neden eve kapatılmıştı? Bu durum Fatma'nın kafasına takıldı. Annesine şöyle bir soru sordu: Yemeklerimi yemiyordum ya o zaman ben bebek miydim? Zübeyde Hanım derinden etkilendi. Bilmem kaç zaman önce Fatma ile böyle bir fikir alışverişi olmuştu. Fatma, yemeklerini neden yemiyorsun, demişliği vardı ama Fatma'nın bunu hatırlaması olanaksızdı. Zübeyde Hanım, Fatma'sına sıkıca sarıldı.
Daha sonra sahile çıktılar. Boylu boyunca Ege Denizi önlerinde uzanıyordu. Vur patlasın, çal oynasın eğlenen, günün yirmi dört saati etkinliğini gösteren sahil gazinolarında ermeni, rum, yunan ve diğerleri coşku doluydu. Zübeyde Hanım kızı Fatma'nın elini sıkıca tuttu. Eve doğru yöneldi. Ali Rıza Bey işten dönmüş ve yorgun olmalıydı. O geldiğinde mutfakta olmamak yakışık almazdı.

---------------------------------------------------------------

BİR TORBA BALIK
Ali Rıza Bey ile oğlu Ahmet o sabah erkenden kalktı. Akşamdan sözleşmişlerdi, yarınki balık tutma işi için. Önceleri Zübeyde Hanım karşı çıkmıştı. Ne gereği var canım, sabah erken kalkmanın. Biraz uykunuzu alıp bir iki saat geç kalksanız da olur. Sanki Ege Denizi'nin balıkları Ali Rıza Bey ile Ahmet gelecek ve biz onların oltasına ilk takılan olacağız, mı diyecekler dediyse de dinletemedi. Zübeyde Hanım onları sabah erkenden yolcu etti.
Ali Rıza Bey ile Ahmet çok hırslıydı. Ellerinde birer olta ve gelsindi balıklar, atılsınlardı oltaya, bakalım kim, kaç balık yakalayacaktı?
Aradan saatler geçti. Ali Rıza Bey ve Ahmet saatlerdir denize olta atıyordu. Oltanın ucundaki yem yeniyor ama balık yakalanmıyordu. Kavanoz içinde getirilen yemler bitmiş ama ortada balık yoktu.
İkindi vaktini geçmişti. Ali Rıza Bey ve Ahmet, bu balıklar bizi sevmedi. Yem yiyor ama kaçıyorlar. Anneni ben severim, sen de seversin. Dönerken balık alalım, annen de sevinsin ama aramızda sır. Aradan yüz yıl geçse bile anneye söylemek yok.
Bunun üzerine Ahmet, merak etme baba. Bizim balık almamızın kimseye zararı yok.
Ali Rıza Bey ile Ahmet, akşamüstü bir torba balıkla eve giriş yaptı. Zübeyde Hanım onları coşkuyla karşıladı. Akşam yemeğinde bol bol balık yediler.

---------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA BEY'İN ÇOCUKLUĞU
Ali Rıza on dört yaşındaydı. Arkadaşı Osman'la komşu köye gitmiş ve yalnız geri dönüyordu. Gök gürlemeye başladı. Belli yağmur geliyordu. Ali Rıza adımlarını hızlandırdı. Köyüne daha yol vardı. Bir saçak altı, bir girdap bulup yağmurun dinmesini beklemeliydi. Karşıda bir çınar ağacı gördü. Onların yüzlerce yıl yaşayanı vardı. Ne fırtınalar, yağmurlar atlatırlardı. Hem bu çınar ağacı tam bir saçak altıydı. Oraya sığınırsa yağmurun damlası değmezdi. Aniden gökyüzünde bir şimşek çaktı. Sonrasında uzaklara yıldırım düştü. İleride gökyüzü daha karaydı. Kısa bir süre sonra doğa gerçek gücünü gösterip yağmur damlalarını ağırlaştırırdı. Pek çok şimşek çaktırıp yıldırım düşürür ve bazı canlıların yaşamlarını sonlandırırdı. Ali Rıza oralarda bir çukur bulup içine sindi. Zaten sırılsıklam ıslanmıştı. Yağmurdan korkusu yoktu. O'nun düşüncesi yıldırımdı. Her şimşek çakışında korkmuyordu ama ürperiyordu.
Al Rıza bir anlık zaman diliminde başını yukarı kaldırıp ileri baktı. Adamın biri hızla gelerek çınarın altına sığındı. Saniyesinde şimşek çaktı ve yıldırım düştü. Boğuk bir feryat duyuldu ve adam yere yığıldı.
Ali Rıza: Vay anasını, demek ben oraya önce varsaydım yıldırım bana düşecekti. Beni bu hayattan silip süpürecekti. Ben bu hayatta var olmalıyım ve en azından çocuklarım olmalı.
Sonradan yağmur dindi. Ali Rıza çukurdan çıktı, çınarın altına gitti. Yıldırım adamı yakmış ve ikiye bölmüştü. Daha sonra köyüne doğru yöneldi. Köy kahvesinde olanları anlattı ve yardım etmelerini istedi.
Ali Rıza evine vardığında annesi Ayşe Hanım olanları dinleyince çok şaşırdı. O, insan hayatının doğa tarafından bu kadar kolay yok edilemeyeceği düşüncesindeydi. Kulaktan dolma değerlerle hayatı şekillendirirdi. Ali Rıza'nın anlattığı bu olay ve yorumu hayatına değişik bir bakış açısı kazandırmıştı.
Ali Rıza bir süre daha hayata devam edebileceği düşüncesindeydi. Belki bir gün evlenir, çocukları olurdu. Eğer çocukları olursa, onları çok sevecekti.

--------------------------------------------------------------------------

GAGASI OLMAYAN KARTAL
Atatürk'ün abileri Ahmet 9, Ömer 8 yaşındaydı. Kardeşleri 2 yaşındaki Mustafa'nın elinden tutarak mutfağa gittiler. Annelerinden bir hikaye anlatmasını isteyeceklerdi ama anneleri mutfakta yoktu. Odalara baktılar, evde yoktu. Yatak odasına yöneldiler. Babaları Ali Rıza Bey orada olmalıydı. Kapıyı çaldılar, içeriden buyurun, gelin denince içeri girdiler.
Ali Rıza Bey: Krallarım benim, şahlarım, padişahlarım! Siz üçünüz bir anda tarih sahnesinden silinseniz, ben kime oğlum derim? Kim benim adımı tarih karşısında yargılar? Kim benim adımı tarihe sabitler? Siz üç oğlumdan en az biri büyük işler başarsın ve benim adım da bu O'nun babasıdır diye anılsın. Tarihe geçsin. Yüzyıl sonra yeniden dünyaya gelsem ve adım kitaplarda yoksa hakkımı helal etmem bilmiş olun.
Bunun üzerine Ahmet: Baba, yüzyıl sonra bizim adımızdan yola çıkarak tarih kitaplarında bolca varsan ne diyeceksin?
Ali Rıza Bey: O kadar mutlu olurum ki herhalde kanatlanıp gökyüzüne uçarım.
Sonrasında derin bir sessizlik oldu.
Ömer: Annem mutfakta yoktu. Hikaye anlatmasını isteyecektik. Şimdi buraya geldik. Baba, bize bir hikaye anlatır mısın?
Ali Rıza Bey: Canım oğullarım, siz isteyin ben size sabaha kadar on tane hikaye anlatırım, dedi ve bir hikaye anlatmaya başladı:
Kendini gökyüzünün hakimi sanan bir kartal vardı. Çok büyüktü. Kanat açıklığı on metreyi buluyordu. Aslanlar, kaplanlar ondan korkardı. Pençelerine yakalanan hiçbir canlı sağ kurtulamazdı.. Yaşlanan kartalın gagası düşüyordu ya işte bu kartal da yaşlanınca gagası düştü. Gagası olmayan bu kartal yeni bir gaga çıkması için, aylarca bekledi. Sonunda beklemekten sıkıldı. Timsah dolu bir nehre atladı ve timsahlar onu yedi. Hikayemiz burada bitti.
Ahmet sordu: Baba, bu anlattığınız hikayeden nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Ali Rıza Bey: Hikaye anlatmamı istediniz, işte hikaye anlattım. Varın ötesini de siz hesap edin. Ne anladıysanız onu anlatmışımdır.

------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA İLE ZÜBEYDE'NİN AŞKI
Ali Rıza memur olmuştu. Kazancı iyiydi. Mahalle arkadaşları, tanıdıkları, amca çocukları evlenmişti. Arkadaşlarından ikinciye çocuğu olan vardı. Düğünlerde kızlarla dans eder, şarkı söylerdi. Aşkın ve aşığın yaşatılması taraftarıydı.
Babası ve annesi nice zamandır Ali Rıza'ya kız buluyor, Ali Rıza kızı görüyor ve evlenilecek nitelikte bulmuyordu. Ali Rıza'ya kız beğendirmek çok zordu. Yaşın otuz oldu, evlen artık Ali Rıza, diyorlardı.
Günlerden bir gün babası işten dönmemişti, annesi oğlunu karşısına aldı: Bak Ali Rıza, komşular dediydi, sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzeli bir kız var. Adı Zübeyde. Gittim, gördüm. Terbiyeli, saygılı. Baban, sen, ben evlerine gidelim, kızı bir de sen gör.
Ali Rıza: Olur anne, istersen yarın gidelim, ne dersin?
Annesi: Tamam, yarın gidelim.
Ertesi gün Ali Rıza, annesi ve babası, Zübeyde'nin evine gitti. Ali Rıza, Zübeyde'yi görünce beyninden vurulmuşa döndü.
Bu kız geçen gece rüyasında gördüğü kızdı.
Selanik'te bu kadar güzel bir kız varmış da benim haberim yokmuş, diye kendi kendine hayıflandı. Ali Rıza'nın babası Ahmet Efendi, isterseniz gidin bahçede bir gezin gelin, dedi ve gençler bahçeye çıktı. Ali Rıza, Zübeyde ile ağaçlardan, çiçeklerden bahsederek bahçenin sonuna kadar gitti. Dönüş yolunda Zübeyde'ye evlenme teklif etti: Zübeyde, benimle evlenir misin? dedi.
Zübeyde: Niyetli olmasaydım buraya gelmezdim, dedi. Ali Rıza öylece kalakaldı. Bundan sonra ne yapması gerektiğini bilemedi.
Daha sonraki günlerde Ali Rıza ile Zübeyde, Selanik sokaklarında gezdiler, dolaştılar. Zübeyde'nin evinde nişan töreni yapıldı. Zübeyde düğün istemedi. Ali Rıza, seninle olduğum her gün bana düğün dedi ve Zübeyde'den tarafa çıktı.
Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Onların altı tane çocukları oldu. Hepsi birbirinden değerliydi. Mustafa da bunlardan biriydi. Daha sonra Mustafa Kemal adını alacak ve yurdu istila edilen Türk'ün Kurtuluş Savaşı'nı başlatacaktı.

--------------------------------------------------------------------------------

GERÇEK OLAN NEDİR?
Ali Rıza ile Zübeyde nişanlanalı bir ay olmuştu ki bunlar Selanik sokaklarında gezmeye çıktı.
Ali Rıza: Zübeyde istersen şurada oturalım. Ege Denizi önümüzde, Selanik arkamızda biz hayattan başka ne bekleriz?
Bunun üzerine Zübeyde: Ali Rıza, hayattan istenecek çok şey var ama hayat bunları bir anda bize vermiyor. Kısım kısım veriyor. Bazen hiç vermez.
Ali Rıza: Bilirim Zübeyde, bilirim. Onun öyle olduğunu bilirim.
Zübeyde: Biz hayat olsak hayatı kurgulasak. Hayat kötü olsa iyi insanları kötülüğe yönlendirse işsiz bıraksa soygun yaptırsa sen buna iyidir diyebilir misin?
Ali Rıza: Annesi hasta olan genç adam işsizdi, parası yoktu. Bu genç eczaneye girdi. Eczacıya reçeteyi gösterdi, gerekli olan ilaçları aldı. Dört kutu ilaç. Para vermeden çıkıp gitti. Zübeyde, sen hakim olsan bu genci hapse atabilir misin? Belki annesi ertesi gün kalkıp yürüyecek. Zaten eczacı şikayetçi olmamış.
Zübeyde: Bak Ali Rıza, bunlar göreceli kavramlar. On kişi olsa beşi evet der, beşi karşı çıkar. Herkes akıl fikir düzeyi, zeka seviyesi açısından fikir ileri sürüp yorum yapar. Ama gerçek olan nedir?

-----------------------------------------------------------------------------------

DÜĞÜNE DÖRT GÜN KALDI
Ali Rıza ile Zübeyde için, gündüz nikah, gece düğün törenine dört gün kalmıştı. Bunlar yine bir fırsatını bulup yalnızlığa adım atmıştı.
Ali Rıza: Zübeyde sen böyle konuları konuşmaktan hoşlanmazsın ama ben yine de sormak istiyorum. Biz evlenince kaç çocuğumuz olsun istersin?
Zübeyde: Aman Ali Rıza, hele bir çocuğumuz olsun, ben onu el bebek, gül bebek beslerim. Araştırdım ve buldum. Yeni evli çiftlerin ilk çocukları yüzde yetmiş ihtimalle kız oluyormuş. Belki yüz yıl sonra bu yüzde seksene çıkarmış. Ali Rıza, ilk çocuğumuz kız olsa sen bundan rahatsız olur musun?
Ali Rıza: Böyle bir şey kesinlikle söz konusu değil. Zübeyde, sen beni iyi tanımamışsın. Kızım olsun, oğlum olsun onu bağrıma basarım.
Sonunda o dört gün geçti. Ali Rıza ile Zübeyde evlendi. İlk çocukları Fatma oldu. Ali Rıza ile Zübeyde onu bağrına bastı. Gelecekte onları mutlu günler bekliyordu.
Aradan yıllar geçti. Fatma dördüncü yaş gününü kutluyordu. Zübeyde Hanım yaptığı pastanın üstüne dört mum dikmişti. Fatma mumları üfledi ve dört yaşına girdi. Önünde uzun bir yaşam vardı ve O bu şansını sonuna kadar kullanırdı.

-----------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA BEY'İN ÇOCUKLUĞU
Ali Rıza Bey, Selanik'te dünyaya geldi. İlkokulu Mahalle Mektebi'nde okudu. 12 yaşına gelince arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Çok iyi tekmük oynardı. ( Şimdiki futbol maçı ) Mahalle maçlarında başı önde sahadan hiç ayrılmamıştı. Maç başlayınca geri gelir, kendini kaybettirir, sonradan ileri çıkar, ataklara katılırdı. Takımı ileri çıkmışken, rakip takım savunması buna önem vermez, defans elemanları yanında olmazdı. Top, Ali Rıza'yı severdi. Rakip kale önünde boş pozisyonda durur ve topun gelmesini beklerdi. Hata affetmez ve soğukkanlı bir vuruşla golü atardı. Gool diye öyle bir bağırır ve kaçardı ki, en hızlı koşan arkadaşı O'na yetişemezdi.
Günlerden bir gün Ali Rıza evde ders çalışıyordu. Kapı çalındı. Ali Rıza yan pencereden baktı. İki arkadaşı bekliyordu. Annesi Ayşe Hanım kapıyı açtı. Çocuklardan biri atıldı: Ali Rıza evde mi? Maçımız var da. O'nu çağırmaya geldik. Arkadaşlar bekliyor.
Ayşe Hanım: Ali Rıza'nın dersleri çokmuş. Yarın imtihanı varmış. Boşuna beklemeyin gelemez.
Aradan dakikalar geçti. Ali Rıza odanın içinde dört döndü. Eğer arkadaşlar gitmezse ben giderim, diye düşündü. Dönmeye devam etti. Ali Rıza sonradan yan pencerenin perdesini aralayıp kapı önüne baktı. Arkadaşları gitmemiş ve bekliyordu. Demek ki iş ciddiydi. Maç iddialıydı. Ali Rıza odadan çıktı. Mutfakta duran annesinin yanına gitti: Anne, arkadaşlar kapıda bekliyor. Derslerimi bitirdim. İmtihana hazırım ve en yüksek notu ben alacağım. Maça gideyim ha, ne dersin?
Annesi olur deyince Ali Rıza bir sevindi ki sormayın.
Maçın oynanacağı yere merdivenli yokuştan inilirdi. Ali Rıza yokuşun başında görününce arkadaşları arasında bir dalgalanma oldu. İşte Ali Rıza gelmişti ve bu maç kazanılırdı. Karşı takımın golcüsü Necdet uzun boyluydu ve elleri belinde bekliyordu. Ali Rıza'ya baktı. O'nu küçük görmedi ama büyük de görmedi. Arkadaşlarının neden Ali Rıza'ya bu kadar önem verdiğini anlamadı. Her zaman olduğu gibi gollerini birbiri ardına sıralar maçı kazanırdı.
Maç başlayalı on dakika olmuştu ki Necdet ikinci golünü attı. Sonrasında takımı rehavete kapıldı ve Ali Rıza sahneye çıktı. Şahlanan takım arkadaşlarıyla ileri atıldı. Ali Rıza'nın attığı dört golle maç 4-2 galibiyetle sonuçlandı.
Ali Rıza iddia gazozunu içerken, kimseyi alaya almadı. Daha sonra arkadaşlarından ayrılıp eve gelince annesi sordu: Ali Rıza maçı kazandınız mı?
Ali Rıza: Evet anne, kazandık. Onlar iki attı, ben dört attım ve maçı kazandık.
Annesi: Böyle olacağı belliydi. Ben senin kaybettiğini hiç duymadım.

-------------------------------------------------------------------------------

BİR ALİ RIZA BEY HİKAYESİ
Mustafa 2 yaşında, abileri Ahmet 9, Ömer 8 yaşındaydı. Üç kardeş annelerinin yanına gitti ve bir hikaye anlatmasını istedi. Anneleri Zübeyde Hanım başının ağrıdığını söyleyerek çocukları babalarına yönlendirdi ve şunu ekledi: Aman, dikkat çocuklar, ben size genelde insanlar hakkında hikaye anlattım. Babanız tilkili, kuşlu, ördekli hikaye anlatır ve hikayenin sonu tahminlerin dışındadır. Şok olursunuz. Dağılıp da gelirseniz sizi toplayamam bilmiş olun.
Ahmet: Sen bizi merak etme anne. Ben ve Ömer dağılmam, Mustafa hiç dağılmaz. Anlatsın bakalım babam hikayesini ve bizi şok etsin görelim.
Kardeşler, babalarının yanına geldiğinde Ali Rıza Bey kafasını elleri arasına almış, düşünceye dalmıştı. Ahmet olanları anlatınca hiç şaşırmadı. İnsanoğlunun çözülemeyen sorunları olunca dönüp dolaşacağı yer benim diyordu. Sonrasında Ali Rıza Bey şu hikayeyi anlattı: Bir ördek vardı. Yaşadığı çağa göre, ileri düzeyde zeka sahibiydi. Ördekler etrafında toplanır, oyunlar oynardı. Bu oynadıkları oyunlar eğlence içindi. Bizim ördekle ilgisi yoktu. Bizim ördek hayatı kendi kurgulamak isterdi. Bir kader yapıcının var olduğunu düşünmezdi. Yaşadığın kader oluyor derdi. Bir gün bu ördek üç ileri, bir geri yürürken etrafını tilkiler sardı. Onlarla söz düellosuna girdi ve onlara sorular sordu. Siz tilkisiniz ama kurttan ne farkınız var? İki tilki bir kurt eder diyorlar. Bir tilki bir kurt neden etmesin? İnsanlar hayvanat bahçesi yapıyor ve tilkiyi kafese kapatıyor. Neden tilkiler insanat bahçesi yapmıyor ve insanı tutsak etmiyor?
Aradan zaman geçtiği halde ördeğin sorduğu sorular bitmiyordu. Sonunda tilkiler, sensin, dedi ve ördeği bir tilkiden yüz kat daha zeki tilkiler kralının huzuruna çıkardı. Ördek tilkilere anlattıklarını tilkiler kralına da anlattı. Onunla söz düellosuna girdi. Bu durum tilkiler kralını rahatsız etti. Şu ördek de kimdi ve tilkiler dünyasına hücum etmişti? Bunlardan yüz tanesini toplasan bir tilki etmezdi. Tilkiler kralı, on yıllık krallığının son bombasını patlattı: -- Siz ördekler, kanatlarınız var uçuyorsunuz. Kanatlarınızı tilkilere verseniz, tilkiler dünyaya hakim olurdu. Neden dünyaya hakim olamıyorsunuz? Sizi engelleyen nedir?
-- Tilkiler kralı, biz dünyaya hakim olamıyoruz, siz de hakim olamıyorsunuz. O zaman gücünüzü kurtlara verin de kurtlar dünyaya hakim olsun, dedi. Bunu duyan kurtlar harekete geçti ve dünya yönetimini aldı.
Çocuklar, işte bundan dolayıdır ki, hiçbir kurdu evcileştiremezsin. Sirklerde gösteri yapan aslanlar, kaplanlar evcilleştirilmiştir. Ben bunca yıllık yaşamım boyunca hiçbir kurdun sirkte gösteri yaptığını duymadım.

Ali Rıza Bey sözlerini tamamladığında oğulları şok halindeydi. Bildik bilginin dışına çıkılmış ve kendilerine bilinmedik bilgi verilmişti. Babalarının yanında ayrılırken, biraz daha özgür ve mutluydular. Tam özgürlük Ali Rıza Bey'in hikayelerinde saklıydı.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

Serdar Yıldırım
03 Şubat 2024, 22:20
SIRTLAN ZOBO
Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.
Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.
Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

SON

---------------------------------------------------------

PANTER
Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.
Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki... şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.
Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.
Hapishane müdürü: " Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "
Panter: " Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "
Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.
Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.

SON

----------------------------------------------------------------

ANNE KANGURU
Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.
Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "
Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "
Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "
" Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.
" Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "
Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ilerden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş: " Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "
" Tamam oldu. "
Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.
Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.
Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış. Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.
Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.
Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

SON

-------------------------------------------------------------------

LAMA VE PUMA
Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış. Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?
Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.
Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.
Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış. Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.

SON

Fikir: Serhat Yıldırım
Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
08 Mart 2024, 23:49
ATATÜRK YOK, GİTTİ DİYORLAR
Atatürk'ü soruyorum, nerede diyorum?
Atatürk yok, gitti, diyorlar.
Nereye gitti, diyorum?
Bilmiyoruz, diyorlar.
* * * *
Olmaz, Atatürk gitmez, diyorum.
Bizi bırakıp nereye gidecek?
Sınırda nöbet bekliyordur.
Türkiye Cumhuriyeti'ni koruyordur.

-------------------------------------------

SELANİK YİĞİDİ
Selanik'te bir yiğit doğar.
24 yaşında yüzbaşı olur.
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyar.
Genç yaşında dünyaya nam salar.
* * * *
Sağ elinde kılıcı siperden fırlar.
Hücum diye bağırır, ileri atılır.
Türk askeri komutanın peşinden gider.
Önce Mustafa Kemal düşmana çarpar.
* * * *
Bir insan bu kadar mı büyük doğar?
Yaşamı boyunca bu kadar mı büyük işler başarır?
İnsanlık tarihini bu kadar mı değiştirip yeniden yazar?
Zirvedeki yerinde bu kadar mı yalnız kalır?

-------------------------------------------------------

TÜRK BAYRAĞI
Dalgalan ey şanlı Türk Bayrağı
Türk'ün adını haykırarak dalgalan
Sen bilirim tarihe sığmazsın,
Mustafa Kemal Atatürk diye dalgalan.
* * * *
Rüzgar esmese de, yaprak kımıldamasa da
Sen Trablusgarp, Bingazi diye dalgalan
Anadolu nefes alamaz duruma gelse de,
Sen Anafartalar, Conkbayırı diye dalgalan.
* * * *
Ben yıkarım sistemleri alt üst ederim
Fırtınaları, boranları beynimde eritirim.
Ben yıkılmam, yıkarım, siler de geçerim.
Kasırgaları, tayfunları çizer de geçerim.
* * * *
Bu vatan kurtulmalı dedi, kurtardı
Türkiye Cumhuriyeti kurulmalı dedi, kurdu.
Pek çok zorluğu aştı, engelleri geçti
Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek muzaffer olacaktır.

-------------------------------------------------------

TARİH 25-03-2017
Ey 1.000 yıl sonra yaşayan insan,
Sen Atatürk'ü biliyor musun?
Atatürk dünyada barış istiyordu.
Bunun farkında mısın?
* * * *
Barışı korudun mu?
Savaştan kaçındın mı?
Komşu devletlere saldırıp
Savaş çıkardın mı?
* * * *
Fetih işi çözüm değil,
Dünyaya hakim olunmaz.
Hakim olmak isteyenin
Son nefesinde hekim bulunmaz.
* * * *
Birkaç yüzyıldır savaş olmadı,
Barış var diyorsan
Bravo diyorum sana
Seni alkışlıyorum.
* * * *
Atatürk ilkelerinden vazgeçme
Dünyada barışı koru
Başka dünya yok diyorsan
Sonsuza dek mutlusun.

-------------------------------------------------------

NEDEN ATATÜRK'Ü SEVİYORUM
Yurdu düşmanlardan kurtardığı için,
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduğu için,
İnsanca yaşamanın yolunu gösterdiği için,
Düşünceye özgürlük sunduğu için.
* * * *
Beni tanıyanlar soruyorlar:
Neden Atatürk'ü bu kadar çok seviyorsun?
Ben de diyorum, Atatürk sevilmeyecek biri değil,
Yüreğinde sevgi olan herkes Atatürk'ü sever.
* * * *
Atatürk sevgidir, Atatürk ilgidir, Atatürk saygıdır.
Atatürk özgürlüktür, Atatürk çağdaşlıktır, Atatürk ilerlemedir.
Atatürk geri kalmamaktır, Atatürk medeniyettir.
Atatürk dünyada ön sırada yer almaktır.

-------------------------------------------------------

BEN BİR ZAMAN GEZGİNİYİM
Ben bir zaman gezginiyim,
Zamanda gezer dururum,
Geçmiş zamanlarda yaşamış insanların,
Önderleri kimmiş merak eder dururum.
* * * *
Yüzyılları, bin yılları araştırdım
Büyük önderler kimmiş belirledim.
İnsanlık tarihinin en büyük önderini seçtim
Adı Mustafa Kemal Atatürk.
* * * *
Atatürk ülkesini kurtarmak için,
Kıyasıya bir mücadele içine girmiş.
Yaptığı savaşlarda hiç yenilmemiş.
Böylelikle yurdunu düşmanlardan kurtarmış.
* * * *
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş.
Türk Halkının beynindeki prangaları söküp atmış.
On beş yıl iktidarda kalmış.
Bu süre içinde yurt dışı geziye çıkmamış.

-------------------------------------------------------

CUMHURİYET VE BARIŞ
Padişahmış, kralmış, sözü kanun sayılırmış.
Kimseye hesap vermek zorunda değilmiş.
Olmaz ki, böyle yönetim olmaz ki?
Bir ülke böyle yönetilmez ki.
Yönetim şekillerinden
En güzelini seçtim.
Cumhuriyet dedim.
* * * *
Bir sınır olayını bahane edip
Komşu ülkeye saldırıp savaş çıkaran devletler var
Siz nasıl padişah, nasıl kralsınız?
Anlaşma yolunu denesenize
Bir buluşun, konuşun.
Barışı fark edin
Barış deseniz, savaşmazsınız.
Devletler arası ilişkilerden
Zor olanı seçtim
Barış dedim.
* * * *
Cengiz Han dünya imparatorluğu sevdasındaydı.
Büyük İskender, dünyaya hakim olmak için, yola çıkmıştı.
Napolyon, Fransa'yı küçük dünya olarak kabul ederdi.
Hitler, dünya benim emrimde olmalı derdi.
Barış deyip ülkelerini kalkındırmak yerine
Savaş deyip ülkelerini felakete sürüklediler.

-------------------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Tarih her yüzyılda bir kahraman üretir
19. yüzyılda da bir kahraman üretti.
Bu kahraman öylesine büyük, yüce ve güçlüydü ki,
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük kahramanı unvanını hak etti.
* * * *
Ben ne kadar bir tarih kitabı yazmaya çalışsam da
Kahraman diye anılanlar bir, iki sayfada eridi, gitti.
Yüz sayfa, bin sayfa ayırdım ama yetmedi.
Sen ne büyüksün Mustafa Kemal Atatürk tarihe sığmazsın.
* * * *
Yokluk vardı, darlık vardı, yalnızlık vardı.
Düşman vardı, hain vardı, güven yoktu.
İnsan vardı, millet vardı, ulus vardı.
Hepsinden önemlisi yenilmez armada vardı.
* * * *
Çıktı, çaktı, çökertti, silindir gibi ezdi.
Anadolu'ya saldıran düşmanları perişan etti.
Biz, milli sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız,
Yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz, dedi.
* * * *
Yabancı kültürlerin benimsenmesi milli varlığımızı tehlikeye düşürür, çağdaş uygarlık düzenini yakalamamızı engeller.
* * * *
Atatürk, batının ve doğunun tekniğinden ve biliminden yararlanırken, milli kültürümüzü korumamız gerektiğini belirtmiştir.

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
08 Mart 2024, 23:50
SAVAŞTIK
Barış, istedim.
Savaş, dediler.
Evet, dedim.
Savaştık.
Yenildiler.
Ben, dedim.
Sensin, dediler.
Çekip gittiler.

-------------------------------------------------------

KURTULUŞ SAVAŞI'NI BEN BAŞLATTIM
Sıfırdan zirveye çıktım
Vatanı kurtardım
Bin yıl geçse bile
Dünya beni unutmaz.
* * * *
Osmanlı çökmüş, bitmişti.
Külü bile kalmamıştı.
Anadolu'da özgürlük ateşini yaktım
Kurtuluş Savaşı'nı ben başlattım.
* * * *
Anadolu halkı gururla
Benim yanımda oldu
Düşman siperleri kurşunla,
Bombayla doldu.
* * * *
Ey genç yeni nesiller!
Türkiye Cumhuriyeti'nin fedaisi olun.
Hiçbir şeye boyun eğmeyin
Özgür ve bağımsız kalın.

-------------------------------------------------------

KİMSE BENİ SEVMESE DE BU VATANI KURTARIRDIM
Kimse beni sevmese de
Cumhuriyeti kurardım
* * * *
Kimse beni sevmese de
Şapka devrimini yapardım
* * * *
Kimse beni sevmese de
Harf devrimini yapardım
* * * *
Kimse beni sevmese de
Kadınlara özgürlük sunardım
* * * *
Savaştım, sonuna kadar savaştım
Beni sevmeyenler olacağını bile bile
* * * *
Sevmeyecekler için de savaştım
Onların mutluluğu ve refahı için de savaştım
* * * *
Siz ey şanslı yeni nesiller, sevenler ve sevmeyenler
Sıcak yataklarınızda rahat uyuyun, ben sınırda nöbetteyim.

-------------------------------------------------------

ÇANAKKALE'DE TARİH YAZDIM
Ben tarih yazmasam, tarih beni yazmazdı.
Çanakkale'de Anzak mezarını kazmazdı.
Savunmada bekleyip taarruz etmesem
Emrimdeki ordu zafere ulaşmazdı.
* * * *
Bu ordu başka ordu, Kahraman Türk Ordusu,
Mustafa Kemal'e güvenir, yoktur düşman korkusu
En önde ben oldum, hücum dedim, ileri atıldım
Asker peşimden geldi, kahrettik, düşman olan herkesi.

-------------------------------------------------------

YURT DIŞI GEZİLERİNDE ATATÜRK
On beş yıl iktidarda kaldı
Yurt dışı geziye çıkmadı
Çünkü halkıyla barışıktı
Yurt dışında ne işi olacaktı?
* * * *
Samsun'a gitti, Erzurum'a, Sivas'a gitti.
Kırşehir'e Nevşehir'e Bursa'ya gitti.
Türkiye'de gitmediği yer kalmadı.
İnsanlar, O'nu sevgiyle bağrına bastı.
* * * *
Demokrasiyle yönetilen bir ülkede
Üst düzey yöneticiler
Yurt dışı gezilere sık sık çıkıyorsa
İç politikada işler iyi gitmiyor demektir.

-------------------------------------------------------

İKİ TABUR ASKER, HİNDİSTAN VE BEN
24 Yaşında yüzbaşı oldum
Harp Akademisi mezunuydum
Osmanlı Ordusu'nun gözde,
Genç subayları arasındaydım.
* * * *
Padişah Vahdettin şehzadeyken
Saraya gider, görüşürdüm.
Devlet erkanı beni tanıyordu
Vahdettin padişah olunca
Daha fazla görüşmeye başladık.
* * * *
Bir defasında padişah Vahdettin
Yanıma iki tabur asker alıp
Müslümanlık adına
Hindistan'ı fethetmemi istedi.
* * * *
Aman, dedim, nasıl olur?
Olur, Mustafa Kemal olur.
Sen yeter ki iste, başarırsın,
Hindistan'ı İngilizlerden kurtarırsın.
* * * *
Padişahın bence kabul görmeyen
Bilmem kaçıncı girişimiydi.
Cezayir diyordu, Fransızlar diyordu.
Yemen diyordu, Arabistan diyordu.
Sen çölde bile devlet kurarsın diyordu.
* * * *
Doğru, ben isteseydim Hindistan'ı fethederdim
İngilizleri Asya'dan söküp atardım
Elden çıkmış Arabistan'ı yeniden fetheder
Çölde bile yeni bir devlet kurardım.
* * * *
Ben sömürgeciliğin karşısındayım
Benim ne işim var Hindistan'da
Ne işim var Arabistan çöllerinde
Sonunda yine emperyalizm özlemleri
Dünya milletlerini bir bayrak altında toplama hayali.
* * * *
Ben her milletin kendi bayrağı altında
Özgür ve bağımsız yaşaması taraftarıyım
Osmanlı bir beylikti, devlet oldu
Sonradan pek çok devleti sınırları içine aldığından,
Osmanlı İmparatorluğu dendi.
* * * *
Osmanlının adaleti bin yerden patlak verdi.
Güçsüz kalınca baskı altındaki milletler ayaklandı.
Sevr Antlaşması Osmanlının idam fermanıydı.
Osmanlı son buldu, Türklüğü ben kurtardım.

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
22 Mart 2024, 23:19
ZÜBEYDE HANIM DOĞUMEVİ
Tarih 20- Mayıs -2020 Bursa Zübeyde Hanım Doğumevi önünde Zübeyde Hanım ile birlikteyim: Sayın Zübeyde Hanım, burası 1981 yılında 125 yatak kapasitesi ile kuruldu. Bakın sizin adınızı taşıyor.
- Benim adımı taşıyan bir doğumevi mi? Kemalim 19- Mayıs -1919 tarihinde Samsun'a çıktıydı. Sonrasında Erzurum ve Sivas Kongreleri bunları biliyorum. 1- Kasım -1922 tarihinde saltanatı kaldırdı. Osmanlı İmparatorluğu resmen sona erdi. 1- Ocak -1923 yılbaşını hatırlıyorum. Ya sonrası?
-Tam ben söze girecektim ki, Mustafa Kemal Atatürk aniden yanımızda belirdi: Anneciğim, sonrasında 29- Ekim -1923 tarihinde Cumhuriyeti ilan ettim ve Türkiye Cumhuriyeti' ni kurdum. Cumhuriyet diyorum, özgürlük diyorum, bağımsızlık diyorum. Halkın kendi kendini yönetmesi diyorum. Beğenmediği yöneticiyi değiştirmesi diyorum.
- Ah Mustafa'm, benim yakışıklı oğlum. Sen de buraya geldin mi? Padişahın hakkında idam fermanı vardı. Bundan hiç mi korkmadın?
- Konu vatan savunması ise, canım bu vatana feda olsun. Bir Mustafa Kemal yok olsa, bin Mustafa Kemal var olur. Mustafa Kemaller ölmez. Benim kurduğum Türkiye Cumhuriyeti bölünmez.
Atatürk hırslanmıştı. Sağa sola bakındı. Bana doğru döndü: Çocuk senin adın ne? diye sordu.
Ben: Serdar Yıldırım, dedim.
- Şimdi burayı bana tam olarak tarif et bakalım.
- Kaplıcalar, yukarıda kaldı. Senede bir iki defa gelip gittiğiniz Paşa Çiftliği kuzey batıda işte şu yanda bulunuyor.
- Çocuk, sen ne biliyorsun benim Paşa Çiftliği'ne gelip gittiğimi?
- Bir kitapta resminizi görmüştüm. Üstü açık arabanızın arka koltuğunda oturuyordunuz ve şoförünüz arabadan daha inmemişti. Yol toprak yoldu. Etrafta çiftlikten başka yapı görünmüyordu.
- Doğru, o zamanlar tabiatla iç içeydik. Bursa yeşildi, bu kadar ev yoktu. İnsanlar çoğalmış. Arabalar çoğalmış. Yollarda insandan çok araba var.
- Doğrudur. Bu kadar araba benzin ve gaz ile gidiyor. Bu değirmenin suyu nereden geliyor, hep merak etmişimdir. Yakındaki bir yere insanlar arabayla gidip geliyor. Yürümek sağlıktır, benzin ve gaz için, dış ülkelere bağımlı kalıyoruz. Döviz yurt içinde kalmalı. Ülke güçlü olmalı.
- Aferin sana çocuk. Kaç yaşındasın?
- 62 yaşındayım. Aynalarla aram iyidir. Her yeni güne yeni bir umutla başlıyorum. Yolun yarısını geçtin diyenlere gülüp geçiyorum.
- Bak bu çok iyi. Yaşama sevinciyle dolusun. Benim zamanımda atlar vardı, atlı arabalar vardı. Kaç dakikadır buradayım, ne at gördüm, ne atlı araba?
- Benim çocukluğum ve gençliğimde atlı arabalar çoktu. Pazardan karpuz, kavun aldığımızda bunları atlı arabaya yükleyip eve götürürdük. Son yıllarda atlı arabalar yok oldu.
Mustafa Kemal Atatürk şöyle bir soru sordu: Şu anda Türkiye'de ne kadar insan yaşıyor?
- 2019 nüfus sayımına göre 83 milyon insan yaşıyor.
- 1935 nüfus sayımına göre 16 milyondu. Bu tarihten sonra Türkiye savaşa girdi mi?
- Girmedi.
- Girmediğine göre nüfus fazlasıyla artmış. Anadolu'nun bereketli toprakları planlı bir tarım sayesinde 200 milyon insanı rahatlıkla besler. Ben ağaca, ormana çok önem veririm. Bir ağacın kesilmesine izin vermem. Ağaç kesmek isteyene şöyle demiştim: Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!

- Trablusgarp savaşı sizin katıldığınız ilk savaştır. Bu savaşta binbaşıydınız. Trablusgarp ve Bingazi'ye gitmiştiniz. Libya'ya çıkartma yapan düzenli İtalyan ordularına karşı bedevi araplarla birlik olarak yapılan savaşı nasıl kazandınız? Top yok, tüfek yok. Bunları nereden buldunuz? Bedevileri nasıl savaşçı yaptınız? Hücum deyip ileri atıldığınızda nasıl oldu da sizi takip ettiler?
- Herkes komutan olamaz, herkes savaşçı olamaz. Komutan, savaşçı bir kimliğe sahipse emrindeki asker savaşçı olur. Güçlü bir ordunun başına yeteneksiz bir komutan getirirsen, o ordu yenilgiye uğrar. Bedevileri eğittim, onlardan bir ordu kurdum. Yenilmemeyi öğrettim. Bana inanan arap şeyhleri, silah ve cephane tedarik ettiler. Halkı örgütleyerek, bu savaşı kazandım. Halk örgütlenirse yapılan her savaş kazanılır.

Çok değil, sizden kısa bir zaman sonra Hitler, Avrupa'ya saldırdı. Özellikle motorize birlikleri çok güçlüydü. Avrupa'yı ezdi, geçti. Almanlar geliyor diye Türk birlikleri Edirne - Enez hattında konuşlandı. Hitler, Türkiye'yi pas geçip kuzeye yöneldi. Bulgaristan, Romanya derken, Rusya'ya girdi. Moskova'yı kuşattı. Kışın gelmesiyle yenilgiye uğradı. Amerika'nın Fransa Normandiya kıyılarına çıkartma yapması bunda etkili oldu.
- Hitler'in derdi neymiş? 2. dünya savaşını neden başlatmış?
- Derdi Yahudilerle. Anılarında Almanya'da Yahudi'nin patron, üstün ırk dediği Alman'ın işçi olmasını hazmedemediğini yazmıştı.
Bildiğim kadarıyla Fevzi Çakmak, sizi tutuklamak için, 50.000 askerlik orduyla gelmişti.
- Doğrudur. Ben karşısına çıktım. Fevzi Bey, padişahın fermanını okudu ama öylece kalakaldı. Sanırım korkmadığımı anladı ve beni tutuklamak için, harekete geçemedi. İş bu duruma gelmişken, benim kollarıma kelepçe takmak için, yürek gerek. Sonradan Fevzi Bey ordusuyla birlikte benim tarafıma geçti.
Cumhuriyeti ilan ettikten sonra vatanı terk eden 156 lar var. Bunların çoğu sizin silah arkadaşlarınız. Aralarında biz maaşımızı padişahtan alıyorduk şimdi kimden alacağız diyenler oldu. Size de padişah ol dediler.
- Onlara uysam başa dönerdim. Biz neden Kurtuluş Savaşı yaptık diye sorardım.
1939 yılında bunların çoğu geri geldi. Mustafa Kemal haklı çıktı, biz yanıldık, dediler.

Daha sonra Zübeyde Hanım, doğumevini gezmek için, Atatürk ile birlikte ileri doğru yürüdü. Beni çağıran olmadığı için, onlarla birlikte gitmedim. Yıllar sonra bir araya gelen ana oğulun konuşacak çok şeyi vardı. Rahatsız etmek istemedim.

SON

Serdar Yıldırım
05 Nisan 2024, 11:59
23 NİSAN VE CUMHURİYET ŞİİRLERİ
23 NİSAN
Bugün 23 nisan
Coşkulu tüm çocuklar
Atatürk'ün çocuklara
Armağan ettiği bir bayram.
* * * *
Sevinin çocuklar
Gülün, oynayın
Bakın Atatürk size
Bu bayramı hediye etti.
* * * *
Yoktu böyle bir bayram
Dünyada bir ilk
Farkına vardı bunun
Yüce Atatürk.

SON

--------------------------------------

23 NİSAN COŞKUSU
Atatürk'e inansan
O'nun yoldaşı olsan
Dünya uygarlığından
Biraz medeniyet kapsan.
* * * *
Zaman geriye gitmez
Hep ileri gider
Atatürk'ün çağdaş fikirleri
Gerici düşünceyi siler.
* * * *
Atatürk bu vatanı kurtardı
Cumhuriyeti kurdu
O'na minnettar olmalıyız
Türkiye Cumhuriyeti'ni korumalıyız.

SON

--------------------------------------

CUMHURİYET ÇOCUKLARI
Neşelidir, güler yüzlüdür
Cumhuriyet çocukları
Geleceğe güvenle bakar
Cumhuriyet çocukları.
* * * *
İnsanların barışında
Uygarlık yarışında
Atatürk'ün peşinden koşar
Cumhuriyet çocukları.
* * * *
Kitap okur, öğrenir
Kendine güveni tamdır
Fikirde, düşüncede özgürdür
Cumhuriyet çocukları.

SON

--------------------------------------

19 MAYIS 1919
Bugün 19 mayıs
Anadolu Halkı üstünde oynanan bahis.
* * * *
1919 ve 1923 yılları arası
Olmadı hiçbir asker terhis.
* * * *
Mustafa Kemal Samsun'da göründü
Düşmanın ışığı bir anda söndü.
* * * *
Işığı tekrar yakmak fayda etmedi
Mustafa Kemal vardı, O'na güç yetmedi.
* * * *
Mustafa Kemal bu, seni rakip tanır mı?
Zorlu bir savaşta sana nefes aldırır mı?
* * * *
Ey ingiliz, Çanakkale'de Anzak'ı öne sürdün
Sadece Anzak'ı değil, kendini de bitirdin.
* * * *
Nasıl ama Mustafa Kemal şahlandı
Türk Askeri mevzide cephe aldı.
* * * *
Pişman ve perişan oldun, çöktün
Vurulup düşen Anzak'ın üstünü toprakla örttün.
* * * *
Taarruz Kemal geldi dedin, neden kaçtın?
Güneş batmayan imparatorluğuna korku saçtın.
* * * *
Kaldı mı Mustafa Kemal'den sonra senin imparatorluğun
Zirveden öyle bir düştün ki, kalmadı korkuluğun.

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
05 Nisan 2024, 12:00
KURTULUŞ SAVAŞI NASIL BAŞLADI?
Mustafa Kemal Paşa
9. Ordu Müfettişi olarak
18 Silah arkadaşıyla birlikte
16 Mayıs 1919 günü İstanbul'dan yola çıktı.
Peşlerinde iki ingiliz zırhlısı vardı.
Onları atlatmak kolay olmadı.
Fırtınalı bir havada
Bandırma Vapuru' yla
Kıyı şeridini takip ederek
17 Mayısta İnebolu'ya
18 Mayısta Sinop'a uğradı.
19 Mayıs 1919' da emperyalizmin ağlarını yırtarak,
Samsun Limanı'na demir attı.
Böylelikle Türk'ün Kurtuluş Savaşı başladı.

SON

--------------------------------------

ATATÜRK
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
* * * *
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
* * * *
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk
Atatürk, Atatürk, Atatürk, Atatürk

SON

------------------------------------------

TÜRK BAYRAĞI VE BEN
Top sahasının kenarına Türk Bayrağı asılmıştı.
" Selam Türk Bayrağı, anlısın, şanlısın, dalgalanırsın.
Sonsuza kadar dalgalan. "
Türk Bayrağı, selam, dedi.
Sözlerinle beni gururlandırdın.
Adın ne senin?
" Serdar Yıldırım. "
Sen Atatürk'ü gördün mü?
" Hayır, görmedim. "
Resmini de mi görmedin?
" Resmini gördüm. "
Kaç kere gördün?
" Bin kere, milyon kere gördüm. "
En son ne zaman gördün?
" Dün gördüm. "
Demek bugün görmedin?
" Bugün görmedim ama görürüm. "
Türk Bayrağı coşkuyla dalgalanmaya başladı.
Mutluydu, gülümsüyordu.
" Ayından, yıldızından mutluluk okunuyor, dedim.
Şiirini yazayım mı? "
Yaz, dedi.
" Yanımda kağıt, kalem yok. "
" Eve gidince yazarım. "
" Sonra gelip sana okurum. "
Olur, dedi.
En kısa zamanda bir araya gelmek üzere ayrıldık.

SON

--------------------------------------------------

YAŞASIN ATATÜRK
Bir arkadaşım vardı.
Atatürk'ü sevmezdi.
Atatürk bu vatanı kurtarmasaydı.
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasaydı.
Yunan galip gelseydi.
Rahatça ibadet ederdim, dedi.
* * * *
Ben: İbadetini rahatça yapıyorsun.
İlçemizde pek çok cami var.
İstediğine gidip namaz kılıyorsun.
Seni engelleyen mi var? diye sordum.
* * * *
Şey, yani, fakat, dedi.
Bunlar cumhuriyetin rahatlığı, dedim.
Kimse sana namazı bırak demez.
Yunan galip gelseydi
Camiye gitmeyi yasaklardı.
Arkadaşım, gerçekten yasaklar mıydı? diye sordu.
Yasaklardı, dedim.
Camide namaz kılamazdın.
* * * *
Arkadaşım, iyi ki yunan galip gelmemiş.
Atatürk iyi komutanmış.
Savaşmış ve yunanı yenmiş.
Bana, Atatürk, İslam'a zarar verdi, dediler.
Ben de inandım.
Meğer Atatürk, İslam'ı yüceltmiş.
Var olsun Türkiye Cumhuriyeti.
Yaşasın Atatürk.

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
18 Nisan 2024, 11:57
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: KARGA PEŞİNDE
Mustafa, annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının çiftliğine gitti. Akşamüstü çiftliğe vardıklarında dayısı onları çok candan bir şekilde karşıladı. Hal-hatır sormalardan, iltifatlardan sonra akşam yemeği yendi. Yemekten sonra bir saat kadar daha sohbet edildi ve ardından geceyi geçirmek üzere odalarına çekildiler.

Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa’ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek: “ Bak Mustafa, şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım, çalışayım, onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala, ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar, ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına, kafasına konarlar “ gak gak “ diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş, yemişler tohumları, doymuşlar, güneşleniyorlar. Gel Mustafa, kovalım şunları “ diye söylendi.

Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafa, dayısına: “ Dayıcığım, bu tarla hep böyle midir? “ dedi. “ Yani içinde çalışan, bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? “
Dayısı: “ Yerler Mustafa’m yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu, yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar” dedi.

Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti: “ Peki dayıcığım, o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. “
“ Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken, ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki, bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgunlaşınca hem kendimize yemeklik oluyor, hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. “
“ Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor, sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. “
“ Hay, sen aklınla bin yaşa, Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. “

Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de, tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi: Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar, tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı.

Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule’ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi: “ Makbule, kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli, burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz, burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? “
“ Ne diyebilirim ki Mustafa abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. “
“ Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen, kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil, ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim, böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara, meydanı boş bulunca nasıl da çoğaldılar. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma, kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim, diyerek söz vermiştim. “

Mustafa’nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule, o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken, odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım, “ Benim Mustafa’m çok akıllıdır “ diyerek sarı saçlı, mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperken, Mustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor, sadece gülümsemekle yetiniyordu.

SON

Serdar Yıldırım

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53

YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36

Serdar Yıldırım
18 Nisan 2024, 11:58
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: VATAN SEVGİSİ
Mustafa’nın kız kardeşi Makbule rahatsızlandığı için çiftlikte kalmıştı. Bugün Mustafa tek başına bakla tarlasında bekçilik yapacaktı. Şu karga kovalama işinin pek bir zorluğu kalmamıştı. Bakla tarlasına gelmeye başladığı ilk günlerde kargalar Mustafa’nın ne derece zorlu bir rakip olduğunu anlamışlar ve onun uyguladığı yöntemi müthiş bir mücadele örneği göstermelerine karşın boşa çıkaramamışlar, çekilip gitmişlerdi.

Mustafa sabah erkenden bakla tarlasına gelince tarlanın tam ortasında bulunan kulübenin önüne bir sandalye çıkarıp oturdu. Aradan yarım saat geçmeden canı sıkılmaya başladı. Böyle boş oturmak O’na göre değildi. O, bir şeylerle meşgul olsun, bir işe yarasın, faydalı olsun isterdi. Dayısının bakla tarlasında bekçilik yapmakla bir işe yarıyordu, faydalı oluyordu, fakat bunlar yeterli miydi? Hayır, yeterli değildi. Ne yapabilirdi? Kulübede birkaç tane ders kitabı vardı. Kitap en iyi arkadaştı. Okurdun, öğrenirdin, fikirlerin gelişirdi. Mustafa bir kitap alıp okumaya başladı. Böylesi çok daha iyiydi, hem artık canı da sıkılmıyordu.

Aradan iki saat geçmişti. Mustafa ilerideki tarlaların arasındaki patika yoldan yaşlı bir adamın geldiğini gördü. Yaşlı adamın yanında bir kuzu vardı. Onun gelip tarlanın kenarındaki bir ağacın altına oturmasını fırsat bilen Mustafa yerinden kalktı, kitabı kulübeye bıraktı ve yaşlı adamın yanına gitti. Mustafa söze şöyle bir giriş yaptı: “ Merhaba dede, nereye böyle? “
Yaşlı adam: “ Yolcuyum ben evlat, kasabaya oğlumun yanına gidiyorum. Bu kuzuyu toruna hediye olarak götürüyorum. Geçen ay köye gelmişlerdi, bir hafta kaldılar. Torun kuzu diye tutturmuştu. Ben de, şimdi çok küçükler, biraz büyüsünler bir tane sana getiririm dediydim. Alsın kuzuyu besleyip büyütsün. Dünyada en önemli şey sevgidir. Sevgisiz kalmış bir insan kuru bir ağaca benzer. Zamanında onun kalbine sevgi tohumu ekilmemiştir, sevmek öğretilmemiştir. Bir bilinmezlik içinde bocalar durur. Yüzyıllardır süregelen anlamsız kargaşayı sevgi yoksunu insanlar çıkardılar. Toplumları birbirine düşman ettiler. Sonuçta bunun acısını insanlık çekti. İnsanlara sevgiyle yaklaşmalı, onların kalplerine sevgi tohumu ekmeliyiz. Sevmek çok güzel bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim, sevilelim, hayatın tadına varalım. “

Yaşlı adam konuşurken Mustafa oturmuş ve anlattıklarını ilgiyle dinlemişti. Şimdi söz hakkı Mustafa’nındı: “ Dede, bazı insanlar nedense vatanlarını sevmiyorlar. Ben vatanımı çok seviyorum ve bu vatanın evladı olduğum için gurur duyuyorum. Şimdi vatanlarını sevmeyenler vatanını sevmeyi nasıl öğrenecek ve ben vatan sevgimi nasıl geliştirebilirim. Tavsiyelerin neler olacak? “
Mustafa’ nın coşku dolu konuşması yaşlı adamı şaşırtmıştı. On yaşlarındaki bir çocuğun bu derece bilgili ve kültürlü olması, düşüncesini korkusuzca söyleyebilmesi, öğrendiklerini yeterli bulmaması, yeni bir şeyler daha öğrenmek için soru sorması akıl alır gibi değildi. Hani bu yaşlardaki kaç çocuğun aklına gelirdi vatan sevgisi?

Yaşlı adam düşüncelerinden sıyrılınca, gülümseyerek: “ Evlat, adını demedin bana, neydi adın? “ deyince Mustafa: “ Dede, benim adım Mustafa “ dedi.
Bunun üzerine yaşlı adam: “ Sana tavsiyem Büyük Vatan Şairi Namık Kemal olacak. Namık Kemal, türlü engellemelere karşın vatanını çok sevdiğini haykırmaktan çekinmedi. Bu uğurda çok acı çekti, fakat hiçbir acı O’nu vatanına hizmetten alıkoyamadı. “
Mustafa: “ Bundan sonra Namık Kemal’in şiirlerini daha bir önem vererek okuyacağıma söz veriyorum. Dede, mutluluk nedir sence? Ben mutlu olmak insandan insana değişebilir diyorum “ dedi.

Yaşlı adamın mutluluk hakkında söyledikleri şunlar oldu: “ Mutluluk yaşamsal bir gerçektir yani yaşamda mutluluk vardır ve her insanın mutluluğu ayrıdır. Hakkın olan mutluluğu başkalarının mutluluğuna gölge düşürmeden istemek sana kalmıştır. Mutlu olmak için büyük şeyler istemek gerekmez. İnsan isterse bir kelebeğin uçuşunu görüp mutlu olabilir. Her neyse Mustafa yavaş yavaş kalkayım. Hava kararmadan kasabaya varmalıyım. Anlattıklarımın sana bir parça faydası olduysa ne mutlu bana. İyi günler dilerim. “
Mustafa: “ Ne demek dede, hem de çok faydası oldu. Ben de sana iyi günler dilerim. Yolun açık olsun “ dedi. Mustafa yaşlı adam gittikten sonra kulübeye döndü ve sandalyesine oturarak konuşulanları düşünmeye başladı.

SON

Serdar Yıldırım

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53

YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36

Serdar Yıldırım
18 Nisan 2024, 11:58
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ÇİFTLİKTEKİ HIRSIZ
Bir akşam yemeği sonrasında çiftlikteki odada oturulmuş ve gündelik olaylar konuşuluyordu. Hüseyin Ağa: “ Yarın erkenden elma bahçesini çapalayıp, yabani otları ayıklamaya gidecektim ama çapayı bulamadım. Hanım, çapayı bir yere koymuş olmayasın? “
Hüseyin Ağa’nın karısı: “ Efendi, çapanın alet dolabında olması lazım. İki gün önce temizlik yaparken oradaydı. “
Hüseyin Ağa: “ Öyle de bugün akşamüstü baktım dolapta yoktu. Belki dedim sağa sola bırakmışlardır. Aradım, bulamadım. “
Hüseyin Ağa’nın çocukları, Zübeyde Hanım, Mustafa ve Makbule çapayı almadıklarını söylediler. Bunun üzerine Hüseyin Ağa: “ Hanım, son günlerde çiftliğe yabancı biri geldi mi? “ diye sordu.
Karısı: “ Hayır Efendi, kimse gelmedi. Hep biz bizeyiz. “
Hüseyin Ağa: “ Desene çapa sır olup uçtu. “
Mustafa fikrini söylemek ihtiyacını hissetmişti: “ Dayıcığım, çiftliğe hırsız girmiş olamaz mı? “

Mustafa’nın sorusu odada bulunanların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Gözler Mustafa’dan yana döndü.
Hüseyin Ağa: “ Ne hırsızı? “ diyebildi.
Mustafa: “ Bir hırsız gelmiştir, çiftliğe girip çapayı çalmıştır. “
Hüseyin Ağa: “ İki gündür ben, yengen, annen ve çocuklar çiftliğin avlusundaydık. Ayrıca köpekler var. Onlar geceleri burada kuş uçurtmazlar. Hani dediğin olmaz diyemem ama biraz zor. Hem hırsız neden sadece çapayı alsın, öteki aletleri de alıp götürebilirdi. Bırak çapayı, aletleri, çiftlikte daha değerli pek çok eşya var. Bunlar dururken neden yalnızca çapayı aldı? “
“ Dayıcığım, hırsızın ya çapa çok işine yarıyor ya da çapayı satmak kolayına geliyor. Sadece çapayı almasının nedeni vereceği zararın büyük olmasını istemediğinden, yani hırsız insaflı biri. Gündüz gelse gören olurdu. Kimse onu görmediğine göre gece geldi. Köpekler hırsızı tanıdıkları için ses çıkarmadılar. Bu da hırsızın köyden biri olduğunu gösteriyor. “

“ Pes be Mustafa, senin zekâna diyecek yok doğrusu. Aslında ben de zeki sayılırım ama sen benden çok ileridesin. Ortada fol yok, yumurta yok , alt tarafı bir çapa kayboldu. Bana kalsa yarın çapayı arar dururum. Sana inanıyorum Mustafa ve yarın çapayı aramayacağım. Artık geceleri nöbet tutacağız. İlk nöbet benim. Eee, sen ne diyorsun Zübeyde, şu hırsız işine? “
“ Mustafa’nın dediklerine katılıyorum. O, boşuna konuşmaz. Söyledikleri hep doğru çıkar. Daha on yaşında ama çok akıllı. Bambaşka bir çocuk. Darısı bütün çocukların başına. “
Hüseyin Ağa gece yarısına kadar çiftliğin avlusunda nöbet tuttu. Daha sonra nöbeti Mustafa devraldı. Mustafa avluyu en iyi görebileceği yer olan çiftlik evinin birinci kat merdiveninin orta sırasına oturdu. Alet dolabının bulunduğu kulübe yan taraftaydı. Eğer hırsız gelirse önünden geçecek ve onu rahatça görecekti.

Aradan bir saat geçmişti ki, Mustafa karşıdaki ağaçlıktan hızlı adımlarla yürüyerek gelen bir gölgenin alet dolabının bulunduğu kulübeye girdiğini gördü. Gölge, o kadar rahat hareket ediyordu ki, hayret edersin. Sanki babanın çiftliği, gel gir hiç korkmadan, dimdik yürü, kazma, kürek, çapa eline ne gelirse al git. Mustafa köyden olan bu adamı ay ışığı altında tanımıştı. Onun mert, dürüst biri olduğunu biliyordu. Konuşmuşlukları, tanışmışlıkları vardı. Bırak Hüseyin Ağa’yı, bırak çifti-çubuğu, benim küçük dostum, sen büyümüşsün küçülmüşsün ama yine büyüyorsun ve sonsuza dek büyüyeceksin diyen birinin yani bu adamın, kendisini hiçe saymasını, kendisinin de bulunduğu çiftlikten bir şeyler çalmasını onuruna yediremedi. Mustafa kızgın bir şekilde yerinden kalktı, gitti kulübenin kapısının dört-beş metre gerisinde durdu, ellerini beline dayadı, bekledi. Biraz sonra kulübeden çıkan adam kapıyı kapadı. İki adım attı, Mustafa’yı gördü, elindeki kürek yere düştü. Adamın gözleri yaşardı, belli ağlıyordu. Adam elinin tersiyle gözyaşlarını sildikten sonra başını sağa-sola birkaç kere salladı ve küreği yerden alarak Mustafa’nın yanından yürüdü, gitti.

Mustafa o gece sabaha kadar nöbet tuttu. Aslında Mustafa’dan sonra nöbet sırası amcasının oğluna geliyordu ama Mustafa amcasının oğlunun yerine de nöbet tutmuştu. Çünkü O, yarın yapacağı girişimleri bir plan dahilinde belirlemek istiyordu. Adam çapayı, küreği çalmıştı ama bunun bir nedeni olmalıydı. Kimse durup dururken başkasının malını izinsiz almazdı. Bu bir suçtu fakat suçluyu suç işlemeye iten nedenler vardı. Nedenlerin sebepleri vardı.
Mustafa ertesi gün öğle vakitleri adamın evine gitti. Kapıyı dokuz yaşındaki Ahmet açtı.
Mustafa: “ Vay Ahmet, canım kardeşim. Nasılsın, iyi misin? Ben geldim. “
Ahmet: “ Hoş geldin, Mustafa abi. Sağ ol, iyiyim. “
Mustafa: “ Ayşe nerede? Neden buraya gelmiyor? “
Ahmet: “ Mustafa abi, Ayşe annemin yanında. Annem bir haftadır hasta. Babam annem ölmesin diye dün kasabaya yürüyerek gitti. Birisi çapa vermiş ödünç diye, onu rehin bırakıp ilaç almış. İlacı anneme içirdik. Bu sabah babam yine kasabaya gitti. Elindeki küreği rehin bırakıp ilaç alacakmış. Daha sonra babam çapayla küreği parasını ödeyip geri alacak ve sahibine teslim edecekmiş. Babamın getireceği ilaç annemi iyileştirecekmiş. Sence annem iyileşir mi Mustafa abi? “

İnsanın taş yürekli olması lazımdı bu durum karşısında ağlamaması için. Mustafa gözyaşlarını tutamadı. Birkaç dakika sonra Mustafa ile Ahmet içeri girdiler. Ayşe yatakta yatan annesinin başucundaki sandalyede oturuyordu. Mustafa’yı görünce ayağa kalktı. Hasta kadın kollarını iki yana açarak Mustafa’nın sarılmasını bekledi. Mustafa sandalyeye oturdu ama bu davranışının sebebini açıklaması gerekti: “ Yengeciğim iyileşince birbirimize sarılırız. Yine eskisi gibi güzel günlerimiz olacak. Bundan sonra daha fazla evinize geleceğim. Yanlış bir hareketiniz hastalığınızın artmasına yol açabilir. Bunun için size sarılmadım. “
Hasta kadın zorlukla konuştu: “ Olur Mustafa. Dediğin gibi olsun. Ben de en kısa zamanda iyileşmeye bakarım. “
Daha sonra çiftliğe dönen Mustafa olanlardan kimseye söz etmedi. Yeni gelen ilaçları içen kadın on beş gün içinde iyileşti. Adam başkasının tarlasında çalışarak kazandığı parayla çapayı ve küreği rehinden kurtardı. Bir gece yarısı son defa çiftliğe girerek çapayla küreği yerine bıraktı. Son sözü Mustafa söyledi: “ Akıl ve mantık çizgisinden ayrılmayan insan olmanın bilincine varır. İnsan iradesini kullanarak gerçekleri görür. Yanlışta bile olsan doğru gözünün önündedir. Gözünün önündekini görmek için, göz kapaklarını aralarsın yani okuyup öğrenirsin.

SON

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53

YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36

Serdar Yıldırım
18 Nisan 2024, 11:59
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ARKADAŞ DEDİĞİN BÖYLE OLUR
Bazı günler Mustafa Makbule’yi bakla tarlasında yalnız bırakıp çevrede gezmeye çıkıyordu. Bir gün Mustafa gezerken bir kaval sesi duydu. Bu kavalı kimin çaldığını merak edip kaval sesinin geldiği tarafa doğru yürüdü. Biraz gidince baktı ilerideki bir ağacın altında on yaşlarında bir çoban kaval çalıyor, etrafında da koyunlar otluyordu. Mustafa bu çocuğun kavalıyla yarattığı sihirli dünyasını bozmak istemedi. “ Varsın çalsın garip “ diye düşündü. “ Ben de o kaval çalmayı bırakıncaya kadar burada oturur, beklerim. “

Aradan yarım saat geçti. Çocuk, türküler, oyun havaları çaldıktan sonra kavalını ağaca yasladı ve azık torbasını açıp yanında getirdiği yiyecekleri yemeye başladı. Mustafa oturduğu yerden kalktı, çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Karşıdan birisinin gelmekte olduğunu otların hışırtısından duyan çocuk başını kaldırdı. Geleni tanımıyordu. “ Acaba kim ki? “ diye düşündü. Mustafa çocuğun yanına gelince gülümseyerek: “ Merhaba arkadaş, afiyet olsun “ dedi. “ Benim adım Mustafa. İzin verirsen yanına oturmak istiyorum. “
Çoban çocuk: “ Tabii gel gel, buyur şöyle “ dedi. “ Hem bak acıktıysan hiç çekinme ye bir şeyler karnını doyur. Yemezsen, darılırım. “
Mustafa çocuğun yanına oturdu. Sessizce ikisi birlikte yemeklerini yediler. Daha sonra Mustafa: “ Arkadaş, çok güzel kaval çalıyorsun. Kendi kendine mi öğrendin yoksa bir öğreten mi oldu? “ diye sordu.
Çoban çocuk: “ Köylük yerde böyle eften püften işleri öğreten olmaz “ dedi. “ Benim dedem de çoban, babam da çoban, eh, ben de çoban. Beş yaşına bastığımda babam, haydi bakalım Ali, al güt şu koyunları, deyip on tane koyun verdi bana. O günden bu yana çoban olup çıktık işte. Dedemi, babamı kaval çalarken dinledimdi. Bir gün canım sıkıldı, bu kavalı yaptım. Öyle böyle derken öğrendim çalmasını. Güzel çaldığımı az önce sen dediydin. Sağ olasın. “

“ Peki arkadaş, çoban olarak yaşamını sürdüreceğini söylüyorsun. Tabiatla iç içesin, koyunlarını güdüyorsun, dilediğince kavalını çalıyorsun. İşine pek karışan olmaz. Özgürsün, belki mutlusun da. Fakat senden öncekilerden gördüğün, onların yaşadığı yaşam tarzının dışına çıkarak, dışarıya taşarak, daha aktif bir hayat yaşamayı arzulamaz mısın? Kendine bir hedef seçersin ve hedefine varmak için yeterli bilgiyi öğrenmeye okula gidersin. Bu ön bilgiyi öğrendikçe, öğrendiklerinin ışığında fikirlerini geliştirirsin. Eğer isterse kişi vatanına, milletine faydalı olabilecek pek çok iş başarır. “
“ Ne yalan söyleyeyim, söylediklerinin bazı yerlerini tam olarak anlayamadıysam da çoğunu anladım. İyi güzel diyorsun da bizim köyde okul yok ki. Şehirdeki okula gitmeye kalksam, hiç tanıdığımız yok orada, kalacak yerim yok. Zaten babamlar bırakmazlar gideyim. Belki onlar da isterler Ali amir-memur olsun ama şu gördüğün koyunların başına bir çoban lazım. Herkes amir-memur olsa, çobanlığı kim yapacak? Boş ver beni be, düşünme beni be, bırak ben çoban kalayım. Sen asıl kendinden haber ver, buralarda kimlere misafir geldin ki? Hem senin geldiğin şehir büyük mü? Sizin okulda çok çocuk var mı okula giden? “

“ Bak arkadaş, hayatta insanın eline birtakım fırsatlar geçer. Önemli olan ele geçen bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bunun için de gayret gereklidir. Eğer biz seçtiğimiz hedefe ulaşmak için yeterli gayreti göstermezsek, zaman içinde, hedefimize gittikçe yaklaştığımızı değil, bilakis hedefimizden giderek uzaklaştığımızı fark ederiz. Kimsenin kimseye zorla meslek seçtirmesine taraftar değilim. Severek yapılmayan bir iş, bir uğraş, kişiye hayatı anlamsız kılar. Böyle biri de, eğer çıkış yolu bulamazsa yani hayatını anlamsızlıktan kurtaramazsa vatanına, milletine gerektiği şekilde faydalı olamaz. Şimdi arkadaş, sen şehirdeki okula gitmeye kalksan orada yatılı bir okula girerdin ve kalacak yer diye bir sorunun olmazdı. Az önceki sözlerinden bunun için birtakım engeller çıkabileceğinden çekindiğini anladım. Ayrıca da, senin buradaki yaşantından pek şikayetçi olmadığını fark ettim. Fakat okuma-yazma isteği ile yanıp tutuştuğun belli. Benim okuduğum okulda okuyan çocukları merak etmen bunu gösteriyor. Ben, annem ve kız kardeşimle birlikte Selanik’ten dayım Hüseyin Ağa’nın yanına geldik. Kız kardeşimle birlikte dayımın bakla tarlasında bekçilik yapıyoruz. Fırsat buldukça çevrede gezintiye çıkıyorum. İşte böyle bir gezinti anında seni gördüm, yanına geldim, oturduk, konuşuyoruz. İki ay kadar dayımın çiftliğinde kalacağız. Yani iki ay seninle bir arada olabiliriz demek istiyorum. Arkadaş, eğer istersen sana okuma-yazma öğretmek istiyorum. Biz buradan giderken sen okuma-yazma öğrenmiş olursun ve sana bırakacağım ders kitaplarını okuyup iyice öğrenirsin. Bu arada boş durmayıp arkadaşlarına da okuma-yazma öğretmek için çaba sarf edersin. Yakın bir gelecekte sizin köyün öğretmeni olursun. Ne dersin arkadaş, ister misin okuma-yazma öğrenmek? “
“ Tabii ki, isterim istemesine de, becerebilir miyim dersin okuma-yazma öğrenmeyi? “
“ Becerirsin, becerirsin. Sen istedikten, biraz da gayret gösterdikten sonra başarılı olmaman için hiçbir neden göremiyorum. “

Mustafa daha sonra konuşmasının bir bölümünde Selanik’te Şemsi Efendi’nin İlkokulunda okuduğunu fakat babası Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine, annesi ve kız kardeşiyle dayısının yanına geldiklerini anlattı. İlkokulu bitirdikten sonraki amacının Askeri Rüşdiye’nin imtihanlarını kazanarak oraya girmek, Rüşdiye’yi bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam ederek sonunda subay olmak olduğunu belirtti. Mustafa ile Ali bir süre daha konuşmalarına devam ettiler ve yarın aynı yerde buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar.

Mustafa fırsat buldukça Çoban Ali ile bir araya geldi; ona okuma-yazma öğretebilmek için çırpınıp durdu. Mustafa’nın bu iyi niyetli çabaları boşa gitmedi. Bir süre sonra Ali, okuma-yazma öğrenmeye muvaffak oldu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Mustafa: “ Arkadaş, annem beni Selanik’e teyzemin yanına gönderiyor. Yarın gidiyorum. Selanik’te okumaya devam edeceğim. İşte ders kitaplarımı getirdim. İlk tanıştığımız günkü konuştuklarımızı unutmadın sanırım. Bu kitapları iyice oku, öğren. Fakat öğrendiklerin sende kalmasın. Öğrendiklerini arkadaşlarına da öğret, onlara da okuma-yazma öğret. Bir ülkede cahiller ne kadar çoksa, o ülke, o kadar geri kalmış demektir. Ülkemizin medeni milletler seviyesine erişebilmesi, her ferdin, üzerine düşen görevi yapmasıyla gerçekleşir. Sadece ben okuma-yazma biliyorum, ben bilgiliyim demekle olmaz. Başkalarına da okuma-yazma öğretmedikçe, eğitmedikçe, bilgilendirmedikçe görevin tamamlanmış sayılmaz, yarım kalır. Bunu sakın aklından çıkarma. En güzel günler senin olsun arkadaş, hoşça kal. ” dedi ve elini uzattı.
Çoban Ali, kendisine uzatılan dost eli sevgiyle sıktıktan sonra: “ Seni subay olmuş yürürken görür gibi oluyorum, Mustafa. İnşallah vatana, millete yararlı olursun. Mustafa adını hiç unutmayacağım, sen de, Çoban Ali adını unutma. Subay olunca fırsat bulursan gel gör beni, ben hep buralardayım, olur mu Mustafa? “ derken göz pınarlarından akan yaşları silmek gereğini duymuyordu.

SON

ATATÜRK'ÜN LİDERLİK SIRLARI
Tutku Yayınevi
7. Basım Haziran 2011
Sayfa 40 - 53

YAŞAMA YÖN VERENLER
Atatürk'ün Çocukluk Anıları
Ata Yayıncılık - Ankara 2012
Sayfa 15 - 36